اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ.

Foundation Islamic Union

İSLAM BİRLİĞİ VAKFI

وقف الاتحاد الإسلامي العالم

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعاً وَلَا تَفَرَّقُواࣕ

İSLAM BİRLİĞİ ACİL BİR İHTİYAÇTIR

İslâm Birliği öncelikle İslâm dünyası ve ardından tüm insanlık için acil bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç o kadar acildir ki, İslâm Birliği kurulmadan her geçen gün dünyada daha fazla Müslüman kanının akması, daha fazla Müslüman’ın zalimlerin zulümleri altında kalması, İslâm topraklarının yer altı ve yerüstü kaynaklarının sömürgeciler tarafından daha fazla tüketilmesi, yok edilmesi demektir. Bunun için her Müslüman ve özellikle İslâm ülkelerinin yönetici ve karar verici makamlarında bulunanlar İslâm Birliği konusunu her an gündemlerinde tutmalı ve üzerinde çalışmalıdırlar.

Dünya hayatında insanları birbirine bağlayan çeşitli bağlar vardır. Din, ırk, akrabalık, vatandaşlık, bölge, şehir, yerleşim alanı, aşiret bunlardan bir kaçıdır. Şüphesiz ki bunlardan en bağ da ‘Din Bağı’dır.

Kur’an-ı önemli Kerim’de Allah Teâlâ, inkârcıların da birbirlerinin dostu olduğu şöyle bildiriliyor:

“Dini inkâr edenler de birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız, birbirinize yardımcı olmazsanız, dünyada bir fitne kopar, müthiş bir bozukluk, bir fesat ortaya çıkar.”[1]

Ayet-i Kerime’de geçen “evliya/dostlar” kelimesi aynı dine mensup insanlar arasındaki yardımlaşma ve dayanışmanın gereğini ifade eder. “Evliya” kelimesinin gönüllü bir yardımlaşmanın ötesinde teknik bir anlamı da vardır. İhtiyaç anında bu yardımlaşma mirastan pay ayırmayı da içerebilir. Bu çerçevede, ayet-i kerime, inkâr edenlerin de “birbirinin dostları/yardımcıları” oldukları gerçeğine dikkat çekiyor. İslâm birliğinin kuruluş ve geliştirilmesi için bu ayet-i kerime, kritik bir devirdeki uygulamayı yansıtmaktadır. Hz Peygamber (s.a.v.) ve Mekke Müslümanları, dinlerini yaşama tehlikesi ile karşı karşıya kalınca Medine’ye hicret ettiler. Medine (Yesrib) Müslümanları Mekke’den muhacirleri kendi evlerine yerleştirdi, mallarına ortak ettiler. Bu sebeple de ‘Ensar’ yani ‘Yardım edenler’ ismini aldılar. Hz Peygamber (s.a.v.), din kardeşliğini pekiştirmek için ‘muhacir’ ve ‘ensarı’ birbirine ‘kardeşler’ ilan etti. Tarihte bir benzeri görülmeyen bu kardeşlik akdi ‘Muahat’ ile onları, birbirine varis olmaya kadar uzanan bir dayanışmaya sevk etti. Bu durum (din kardeşlerinin mirasta birbirine ortak olması), dini yaşama hürriyetinin bulunmadığı, Müslümanların varlığına hayat hakkı tanımayan bir ortama münhasır kılınmıştı.

Söz konusu yardımlaşmanın yapılmaması halinde yukarıdaki Kur’an ayeti, ortaya çıkacak durumu, “Fitne ve büyük bir başıbozukluk” olarak nitelemektedir. Dindeki fitne, dini hayatın kirlenmesi, inançların bozulması, ahlakî niteliklerin yok olmasıdır. Bu sonuç ise büyük bir sorumluluktur.

Müslümanların birlik içinde olması Allah Teâlâ’ın emri, tefrika, parçalanmışlık ve dağınıklık ise Allah Teâlâ’nın nehyidir. İşte ayet-i kerime:

“Topluca Allah’ın dinine ve Kur’an’a sımsıkı sarılın! Ayrılığa düşmeyin!”[2]  İşte bu ayet-i kerime İslâm birliğini emreden en açık ayetlerden biridir. Müslümanlar birlik olmalıdır, ama bu birlik ne ile ve nasıl gerçekleşir? Bu husus, Kur’an-ı Kerim’in çok sayıdaki ayetinde dile getirilmiştir. Bu birliğin gaye ve hedefleri, temel esasları, unsurları, birliği engelleyen hastalıklar ve dış faktörler ilerleyen bölümlerde bütün teferruatıyla açıklanmaya çalışılmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de ve peygamber (s.a.s.)’in sünnetinde insanın aslı, farklı renklerde ve dillerde insan guruplarının yaratılma hikmeti, Müslümanlar arası sosyal ilişki (kardeşlik) ve bu ilişkinin gerektirdiği yardımlaşma, dayanışma ile ilgili birçok ayet-i kerime ve hadis-i şerifler vardır. Bunlara bakıldığında İslâm’ın tasarladığı toplum modelinin ‘Ümmet Modeli’ olduğu açıkça görülür. Ümmet, inanç birliğine dayanan, ırk, dil, renk, soy, coğrafi sınırlar gibi unsurların ayırıcı olmadığı büyük insan gurubunu, topluluğunu ifade etmektedir. Ümmeti diğer insan topluluklarından ayıran önemli özellikler arasında iman, örneklik ve dünya üzerinde adalet, hürriyet ve güvenliğin tesisi vazifesi vardır. Yani Müslümanlar birlik olup bilimde, teknolojide, ekonomide, askerlikte, dünyanın en üstün gücüne ulaşmayı hedeflerken bunu, zayıf toplulukları sömürmek ve hizmetinde kullanmak için değil, yüce İslâmî ve insanî amaçları gerçekleştirmek için istemektedirler.

Çağımızda hâkim güç bir süre önce iki merkezli idi, son on yıl içinde tek merkezli hale geldi. Her iki durumda da görüldü ki, gücü elinde bulunduranlar, bunu hem birbirini dengelemek ve caydırmak için hem de daha zayıf olan toplumları yönetmek, sömürmek, kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek ve kullanmak için devreye sokmuşlardır. Örnek olarak Amerika’nın, Irak-Kuveyt çatışmasını bahane ederek Orta-Doğu’da oynadığı rolü, sağladığı kontrolü, ekonomisini düzlüğe çıkaran menfaati hatırlamak yeterlidir.

Görünürde ve slogan olarak insan hakları, demokrasi, adalet adına hareket eden, gerçekte ise zulmü, sömürüyü, ulusal -veya belli uluslar birliğine ait- çıkarı hedefleyen güç temerküzleri karşısında Müslümanların tek sığınakları, kendilerine (Müslüman guruplar birliğine) ait güç birliği olabilecektir. Bosna, Çeçenistan, Keşmir, Kıbrıs gibi onlarca tecrübe, ‘Ümidin kes zaferden gayrından (başkasından) imdad lazımsa!’ mısra’ını teyit etmiştir. Müslümanlar için tek çıkar yol ve kurtuluş ümidi, içte ve dışta birlik iken neden yıllardan, hatta asırlardan beri bu amaca ulaşılamadı? Bu sorunun şüphe yok ki, uzun makalelere veya kitaplara sığacak cevabı vardır.[3]

 

[1]  Enfal sûresi, 8/77.

[2]  Âl-i İmran sûresi, 3/103.

[3]  H. Karaman.