اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ.

Foundation Islamic Union

İSLAM BİRLİĞİ VAKFI

وقف الاتحاد الإسلامي العالم

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعاً وَلَا تَفَرَّقُواࣕ

NÜFUS ARTIŞI

İSLÂM ÜLKELERİNDE NÜFUS ARTIŞI

      Nüfus konusu son yılların en çok tartışılan konuları arasına girdi. Özellikle İslâm ülkelerindeki nüfus artış oranı bu ülkeleri yıllardan beri sömürmeye devam eden uluslararası güçleri rahatsız etmektedir. Bu ülkeler her bakımdan kendi lehlerine olan dengelerin -veya dengesizliklerin- de değişebileceğinden endişe ediyorlar. İslâm ülkelerinde halklarından kopuk yönetimler de onların nüfus konusunda ürettikleri politikaları hiçbir değerlendirmeye tabi tutmadan aynen kabul etme ve uygulamaya geçirme eğiliminde görünüyorlar. Bu konu son Kahire Nüfus Konferansı dolayısıyla en çok konuşulan konuları arasına girdi. Biz burada nüfus konusunu birtakım ilmi verilerin ışığında değerlendirmeye tabi tutacak ve nüfus artış oranının yüksek olmasının fakirliğin gerçek sebebi olmadığını delilleriyle ortaya koymaya çalışacağız. Önce nüfus konusunda İslâm ülkeleriyle teknolojik yönden gelişmiş olan Batı ülkeleri arasında bir mukayese yapalım: İslâm ülkeleri içinde en kalabalık nüfusa sahip olan ve nüfus bakımından dünya ülkelerinin, Çin, Hindistan ve ABD’nden sonra dördüncüsü olan Endonezya’da km2 başına düşen insan sayısı 98’dir. Bu sayı Türkiye’de 76.8, Pakistan’da 145.5, Mısır’da 57, Nijerya’da 99, Bangladeş’te 799.3’tür. Bunlar İslâm ülkeleri içinde en kalabalık nüfusa sahip olanlar. Bazı Batı ülkelerinde km2 başına düşen insan sayısı ise şöyle: Almanya 227,6; Belçika 330, İngiltere 238, Hollanda 368,5, İtalya 190, İsviçre 169, Fransa 106, Monako 15.641. Yani Batı ülkeleri hâlen sahip oldukları nüfuslarıyla İslâm ülkelerinin hayli ilerisindeler. Örneğin Hollanda’da km2 başına düşen insan sayısı Türkiye’dekinin 4,8 katı. Bir kimse kalkıp da: ‘Hollanda’nın taşı toprağı altın Türkiye topraklarının ise sadece %20’si tarıma elverişli’ diyebilir mi? Aksine: ‘Teknik imkânlar geliştirilse ve topraklarımız verimli bir şekilde kullanılsa Türkiye toprakları mevcut nüfusun dört katını yani 320 milyon insanı besleyebilir’ demek daha yerinde olur. Çünkü Türkiye toprakları da en az Hollanda toprakları kadar verimlidir. Buna rağmen Türkiye’de yönetim nüfus artış hızının kontrol altına alınmasını isterken Hollanda yönetimi nüfus artışını teşvik ediyor ve bir aileye yapılan çocuk yardımını çocuk sayısına oranla artırıyor. Bu arada Hollanda’nın 41.526 km2 (yani Türkiye’nin yaklaşık yirmide biri kadar) toprakla 15.302.000 (Türkiye’nin dörtte birinden daha fazla) nüfusu beslerken birçok tarım ürünü ve hayvansal gıda maddesi ihraç ettiğini de hatırlatalım.

    Görülen şu ki, İslâm ülkelerindeki, halklarının çıkarlarını korumaya değil uluslararası çıkar güçleriyle daha doğrusu sömürgeci güçlerle uzlaşma içinde olmaya önem veren yönetimler kendi becerisizliklerini ve başarısızlıklarını gizlemek için nüfusu geri kalmışlığın ve fakirliğin sebebi olarak gösteriyorlar. Gerçekte ise fakirliğin ve geri kalmışlığın sebebi izlenen yanlış politikalardır. Doğal olarak bu yanlış politikalarla ülkeler fakirleştirilince nüfus unsuru da bir sorun olmaya başlamaktadır. Ama çareyi nüfusu azaltmakta değil verimli hale getirmekte aramak lâzım. Çünkü bir ülkenin nüfusu yarı yarıya azaltılsa bile yöneticiler halklarının çıkarlarına birinci derecede önem vermez, insanların refahı için çaba harcamazlarsa nüfus yine sorun olmaya devam edecektir. İkinci olarak genç nüfus üretken nüfustur. Önemli olan bu üretken nüfus için üretim alanı oluşturmaktır. Hiç kimsenin: ‘Topraklarımız yetişen nesillere üretim alanı açmaya ve onlardaki potansiyel enerjiyi verimli olarak kullanmaya yetmiyor’ diyemez. Çünkü yukarıda verdiğimiz rakamlar bu iddianın yersizliğini ortaya koymaktadır. İslâm ülkeleri bu bakımdan oldukça iyi durumdadır. Batı ülkelerinin nüfus konusunda sıkıntı çekmelerinin sebebi de yaşlı nüfusun dolayısıyla üretmeyip devlete ve toplumun diğer tabakalarına yük olan insanların sayılarının gittikçe artmasıdır. Özellikle kapitalist ve pragmatist anlayışın hâkim olduğu ülkelerde bu sorun daha da etkili olmaktadır. Şimdi bu açıdan da bazı İslâm ülkeleriyle Batı ülkelerini kıyaslayalım. Türkiye’de nüfusun %80,5’ini 45 yaşın altındakiler, %12,6’sını 45–60 yaş arasında olanlar, %6,9’unu da 60 ve daha yukarı yaşlarda olanlar oluşturmaktadır. Pakistan’da 45 yaşın altındakilerin oranı %83.8, 45–60 yaş arasında olanların oranı %9.3, 60 ve daha yukarı yaşlarda olanların oranı ise %6.9’dur. Nijerya’da 45 yaşın altındakilerin oranı %87.8, 45-60 yaş arasında olanların oranı %8, 60 ve daha yukarı yaşlarda olanların oranı ise %4.2’dir. Malezya’da 45 yaşın altındakilerin oranı %84.6, 45-60 yaş arasında olanların oranı %9.6, 60 ve daha yukarı yaşlarda olanların oranı ise %5.8’dir. Bazı Batı ülkelerinde ise durum şöyledir: Fransa’da 45 yaşın altındakilerin oranı %64.5, 45-60 yaş arasında olanların oranı %15.5, 60 ve daha yukarı yaşlarda olanların oranı ise % 20’dir. Hollanda’da 45 yaşın altındakilerin oranı %65.7, 45-60 yaş arasında olanların oranı % 16.8, 60 ve daha yukarı yaşlarda olanların oranı ise % 17.5’tir. Belçika’da 45 yaşın altındakilerin oranı %62.4, 45-60 yaş arasında olanların oranı % 16.9, 60 ve daha yukarı yaşlarda olanların oranı ise %20.7’dir. Almanya’da 45 yaşın altındakilerin oranı %58.6, 45-60 yaş arasında olanların oranı %20.6, 60 ve daha yukarı yaşlarda olanların oranı ise % 20.8’dur. Buna ek olarak Batı ülkelerinde nüfus artışının yok denecek kadar az olduğu hatta bazı ülkelerde hiç olmadığı göz önüne getirilirse Batı dünyasının gittikçe yaşlandığı, yakın bir gelecekte çalışabilenlerin oranının çalışamayanların oranından daha az olacağı anlaşılır. Bu duruma bakarak şu tespitleri yapmamız mümkündür:

  1. Nüfusun artması sürekli yenilenmesi ve çalışabilen nüfus oranının korunması demektir. Artmaması veya azalması ise yaşlı ve dolayısıyla çalışamayan nüfusun artması demektir.
  2. İslâm ülkelerindeki yönetimler bu ülkelerdeki enerjik genç nüfusu gereği gibi değerlendirebilirlerse ekonomik gelişmelerini de o oranda artırmaları ve gelecek nesillere şimdikinden çok daha iyi bir ortam hazırlamaları mümkün olacaktır.
  3. Eğer nüfus artış hızı Batı ülkelerindeki gibi %1’in altına düşer hatta sıfırlanırsa elli yıl sonra İslâm ülkelerinde de bir yaşlanma dönemi başlayacaktır ki bu durum İslâm ülkeleri açısından daha tehlikelidir. Çünkü Batı ülkeleri sanayilerini bu derece geliştirmiş olmalarına rağmen mevcut yaşlı nüfusu kaldırmaları zor olmaktadır. Ekonomik yönden oldukça geri ve bugünden itibaren bir kalkınma hamlesi başlatsalar bile ürünlerini ancak uzun yıllar sonra alacak olan İslâm ülkeleri için yaşlı nüfus oranının artması daha ciddi problemlere sebep olacaktır.
  4. Bir başka önemli gerçek de şudur: Yaklaşık 1.5 Milyar nüfusuyla neredeyse bütün dünyadaki Müslüman nüfusuna yakın bir çoğunluk teşkil etmektedir. Buna rağmen kimse Çin’in bu kadar büyük nüfusla dünyayı tehdit ettiğini dile getirmemektedir.

                           Batı İslâm Dünyasının Nüfusundan Niçin Rahatsız Oluyor?

     Hıristiyan dünyasının İslâm dünyasının nüfusuyla ilgili rahatsızlıkları bundan yüzyıllar önce başlamıştı. Batılılar İslâm dünyasındaki nüfus artışını önlemeyi amaçlayan politikalar üretmeye de bundan yaklaşık iki yüzyıl önce başladılar. Bu konudaki politikalar 1930’lardan sonra resmileştirildi ve daha etkili konuma getirildi. Son yıllarda ise ABD ve Batı, İslâm ülkelerine kredi verirken nüfus artış oranını düşürmek için çaba harcamalarını şart koşmaya başladı. Hatta verdikleri kredilerin belli bir yüzdesinin bu amaç için kullanılmasını şart koşuyorlar. Batılılar kendi ülkelerinde sürekli nüfusun artması için çaba harcarken niçin İslâm ülkelerindeki nüfus artışından rahatsız oluyorlar? Kendi ülkelerinde yeterli nüfus olmadığından ve İslâm ülkelerindeki nüfus da bu ülkelerin besleyeceği kapasitenin çok çok üstünde olduğundan mı? Böyle olmadığını yukarıda rakamlarla ortaya koyduk. Bugün bütün Batı Avrupa ülkelerinde km2 başına düşen insan sayısı Türkiye’dekinden fazladır. Hatta yukarıda da belirttiğimiz gibi bazı ülkelerde bu sayı Türkiye’dekinin beş altı katını bulmaktadır. Asıl endişe, yirminci yüzyılın şu son çeyreğinde hâlâ uygulanmakta olan sömürgeci uygulamalara gelebilecek zarardan kaynaklanmaktadır. Bugün ekonomik yönden geri kalmış bir İslâm ülkesi bir savaş uçağı alabilmek için en azından 40 bin ton pirinç satmak zorundadır. İslâm ülkeleri yıllık bütçelerinin ortalama % 90’ını silahlanma, askeri harcamalar ve dış borç ödemelerine ayırıyorlar. Kalkınmaya ve sivil hizmetlere ayırdıkları oran ortalama olarak %10’dur. Silahlanma ve askeri harcamalara bu kadar para harcamalarına rağmen bu alanda sanayileşmiş ülkeleri tehdit edebilecek bir güce sahip değildirler. Çünkü zaten askeri araç ve gereçleri bu ülkelerden alıyorlar. Bunun sebebi İslâm ülkelerindeki yönetimlerin yanlış uygulamalarıdır. Sömürgeci güçlerin istediği bu yanlış uygulamaların devam etmesi ve modası geçmiş bir savaş uçağı satarak karşılığında 40 bin ton pirinç alma imkânlarının her zaman olmasıdır. İslâm ülkeleri askeri araç ve gereçleri yahut diğer sanayi ürünlerini alacak kadar para bulamadıklarında sömürgeciliğe çağdaş boyutlar kazandırmış olan sanayileşmiş ülkeler kendi kasalarından yine kendilerine dönecek krediler veriyor sonra yıllarca bu kredilerin faizleriyle istedikleri kadar gıda maddesi satın alabiliyorlar. Ama İslâm ülkelerinin nüfusu artar, dolayısıyla hurda uçak veya modası geçmiş araba parasına elde ettikleri gıda ürünlerinin bu nüfus tarafından tüketilmesi zorunlu hale gelirse durum değişecektir. İslâm ülkelerini yönetenler de halklarının istekleri karşısında ya politikalarını değiştirmek ya da bu görevi halklarının istediği kadrolara devretmek zorunda kalacaklardır. Bu merhaleden sonra İslâm ülkeleri de ekonomik alanda dışa bağımlılıktan kurtulabilmek için sanayilerini geliştirmenin ve kendi imkânlarıyla ayakta durmanın yollarını arayacaklardır. Bu, meselenin ekonomik boyutudur. Bunun yanı sıra siyasî, sosyal ve dinsel boyutları da var ki bunların teferruatına burada girdiğimiz takdirde söz çok uzar.

Nüfus Azaltma Uygulamaları

    Nüfus artış oranını düşürmeyi amaçlayan uygulamalardan söz etmeden önce nüfus azaltma uygulamalarına kısaca temas etmek istiyoruz. Nüfus azaltma uygulamalarının başında savaşlar gelmektedir. Özellikle İslâm ülkeleri arasında çıkarılan savaşlarda ve bu ülkelere yönelik saldırılarda değişik siyasî ve stratejik hesapların yanı sıra bu ülkelerdeki nüfusunun azaltılması da amaçlanmaktadır. Bu iddiamız çok fantezi gibi gelmesin. Bakın İtalya’da çıkan Panorama dergisinin yazdığına göre Amerikalı bir pilot Irak’ın üzerine atacağı bir bombanın üzerine: ‘Irak’taki doğum kontrolü için’ notunu düşüyor. Bu haberin doğruluk derecesini araştırmadık. Ama bu haber doğru olsa da olmasa da, İslâm ülkelerine yönelik savaşlarda çoğu zaman sivil yerleşim merkezlerinin hedef alınması, daha çok can kaybına sebep olacak bombaların kullanılması vs. boşuna değildir. Bazen bir savaş bir milyon kürtajın yerini tutabilmektedir. Nüfus azaltma metotlarından biri de iç savaşlardır. Bugün pek çok İslâm ülkesinde sun’i sebeplere dayanan iç savaşlar veya bölgesel çatışmalar yaşanmaktadır. İç savaşlar ve bölgesel çatışmalar da önemli miktarda can kaybına sebep olmaktadır. Ruanda olayları yakın zamanda yaşanmış olan bir örnek. Gerek ülkeler arası savaşların ve gerekse iç çatışmaların sebep olduğu toplu göçler ve ilticalar da çok sayıda insanın hayatını kaybetmesine sebep olmaktadır. Bu gibi olaylarda azımsanamayacak sayıda insan göç esnasında yolda hayatını kaybediyor. Sonra mülteci kamplarında beslenme, sağlık ve temizlik hizmetlerinin yetersiz olması açlıktan veya salgın hastalıklardan dolayı ölümlere yol açıyor. Ayrıca bu gibi olaylarda çocuk ölümleri de ciddi şekilde artmaktadır. En çok toplu göç ve iltica olayları da İslâm ülkelerinde oluyor. Rus işgalinden sonra beş milyondan fazla Afgan yani ülke nüfusunun üçte birinden fazlası Pakistan başta olmak üzere çeşitli ülkelere iltica etti. İsrail işgalinden sonra milyonlarca Filistinli mülteci durumuna düştü. Eritre’deki savaş dolayısıyla bir milyondan fazla Eritreli başta Sudan olmak üzere çeşitli ülkelere sığınmak zorunda kaldı. Bosna – Hersek’teki savaş dolayısıyla bu ülkedeki Müslümanların yarıdan fazlası başka ülkelere iltica etmek zorunda kaldı. Bunlar sadece birkaç örnek. Daha pek çok ülkede buna benzer toplu göçler ve iltica olayları yaşanmıştır ve yaşanmaktadır. Geri kalmış ülkelerde ve özellikle İslâm ülkelerinde nüfusu etkileyen önemli bir unsur da çocuk ölümleridir. Bu ülkelerde sağlık hizmetlerinin özellikle çocuklara yönelik koruyucu sağlık hizmetlerinin yetersizliği çocuk ölüm oranının yüksek olmasına sebep olmaktadır. UNICEF raporlarına göre 1993 yılı içinde dünyada 13 milyon çocuk öldü. Bunların 8 milyonu İslâm ülkelerinde ölen çocuklar. Yani çocuk ölümlerinin %61.53’ü İslâm ülkelerinde olmaktadır. İslâm ülkelerinde çocuk ölümlerinin oranı ise ortalama binde 97. Bazı İslâm ülkelerinde çocuk ölüm oranları da şöyle: Moritanya: Binde 209; Afganistan: Binde 164; Nijer: Binde 125; Cibuti: Binde 112; Bangladeş: Binde 94; Türkiye: Binde 91. Bazı Batı ülkelerinde ise çocuk ölüm oranları şöyledir: Almanya: Binde 7.5; Belçika: Binde 8.9; Fransa: Binde 6.7; İsviçre: Binde 6.8; İtalya: Binde 8.3; Hollanda: Binde 6.5.      

    Görüldüğü gibi çocuk ölüm oranlarında çok büyük farklar vardır. Bu duruma rağmen İslâm ülkelerindeki çocuk ölüm oranlarının azaltılması yolunda söze gelir bir çaba gösterilmemektedir. Bunların yanı sıra sağlık hizmetlerinin yetersizliği, trafik düzeninin iyi olmaması, iş güvenliğine gereken önemin verilmemesi vs. de nüfus artış hızını olumsuz yönde etkilemektedir. Bu yüzdendir ki gelişmiş ülkelerde ortalama ömür 76 yıl iken, İslâm ülkelerinde 54 yıldır.

Nüfus Planlaması

    Aslında İslâm ülkelerindeki yönetimler halklarının sesi olabilselerdi gelişmiş Batı ülkeleri önlerine mutlaka uygulamalarını istedikleri nüfus planlamasına yönelik projeler koyduklarında şöyle demeleri gerekirdi: ‘Gelin bu konuda ortak bir tavır takınalım. Önce ülkelerimizin nüfuslarını karşılaştıralım. Şu anda sizin ülkenizde km2’ye kaç kişi düşüyor, bizim ülkemizde kaç kişi düşüyor bir bakalım. Sonra doğal kaynaklarımızı kıyaslayalım ve hangi ülke ne kadar nüfusu barındırabilir onu tespit edelim. Sonra yapılacak ilmi araştırmaların sonuçlarına göre kimin nüfus planlaması programlarını uygulaması gerektiğine birlikte kara verelim.’ Batı ülkeleri asla böyle bir teklifi kabul etmeye yanaşamazlardı. Çünkü yukarıda verdiğimiz bilgilerden de anlaşılacağı üzere İslâm ülkeleri kendi doğal kaynaklarının besleyebileceği kadar bir nüfusa sahip değilken Batı ülkeleri hurda sanayi ürünleri karşılığında İslâm ülkelerinden satın aldıkları gıda maddeleriyle nüfuslarını beslemektedirler. Ama buna rağmen İslâm ülkelerindeki yönetimler kendilerine dikte edilen nüfus planlaması programlarını yeniden düzenleme ihtiyacı bile duymadan uygulamaktadırlar. Nüfus planlaması uygulamalarını üç kategoride incelemek gerekir: Gönüllü uygulamalar, zorunlu uygulamalar ve dolaylı uygulamalar. Gönüllü uygulamalar çeşitli iletişim araçlarından yararlanılarak insanların etkilenmesi yoluyla gerçekleştirilmektedir. Aslında bunda da bir zorlama vardır. Çünkü bazen duygu sömürüsü, bazen toplumsal tecrid, bazen aşağılama, bazen geleceğe yönelik tehdit yoluna başvurularak insanların kendi istekleriyle nüfus planlaması uygulamalarını kabul etmeleri sağlanmaktadır. Bu arada kürtajın kolaylaştırılması da gönüllü olarak az çocuk sahibi olmak isteyenlere yardımcı olmayı amaçlamaktadır. Zorunlu uygulamalara gelince: Aslında Çin dışında herhangi bir ülkenin çocuk sayısını sınırlamak için açıktan zora başvurduğunu bilmiyoruz. Ama birçok ülkede bu iş gayri resmi bir şekilde yürütülmektedir. Çok yaygın olmamakla birlikte bazı ülkelerde kısırlaştırma yoluna başvurulmaktadır. Aslında bu metodun yaygınlaştırılması ve hatta resmileştirilmesi bundan önceki bazı nüfus konferanslarında ve toplantılarda teklif edildi. Fakat halkın tepkisine yol açacağı endişesiyle kabul görmedi. Ama bazı ülkelerde sistemli bir şekilde ve değişik amaçlarla verilen ilaçlar yoluyla insanlar kısırlaştırılmaktadır. Zorlayıcı nüfus planlaması uygulamalarından biri de fakirleştirmedir. Bazı İslâm ülkelerinde fakirlik oranının gittikçe artması, gelir düzeyinin sürekli düşmesi, mal varlıklarının sadece belli tröstlerin elinde toplanması bazı maksatlı uygulamaların bir sonucudur. İslâm ülkelerindeki fakirleşmenin tek sebebi siyasi iktidarların beceriksizliği değildir. Eğitim giderlerinin yükseltilmesi fakirleştirme politikasıyla bağlantılı bir uygulamadır. Artık herkesin çocuğunun okumasını, kültürlü ve okumuş bir kişi olarak toplumda saygınlık kazanmasını istediği çağımızda eğitim alanındaki zorluklar insanları düşündürmekte ve çocuklarının gelecekleri hakkında endişeye sokmaktadır. Dolayısıyla toplumda: ‘Çok çocuk sahibi olup da hiçbirini okutup adam edemeyeceksen az çocuğun olsun da doğru dürüst yetiştir’ anlayışı yerleşmektedir. Ama ne yazık ki eğitim giderlerinin yükseltilmesi konusundaki maksatlı uygulamalar dolayısıyla az sayıdaki çocuğu bile okutup belli bir yere getirmek de zorlaşmaktadır. UNICEF’in 1993 raporlarına göre İslâm ülkelerinde otuz milyon çocuk maddi imkân yetersizliği dolayısıyla eğitimden mahrum kaldı. Bunlar ilköğretimden mahrum kalanlar. Orta ve yüksek öğrenimden yoksun kalanlar ise bunun kat kat fazlası. Nüfus artış oranını düşürmeyi amaçlayan zorlayıcı uygulamalardan biri de doğum yaptırmada sezeryan metodunun sıkça kullanılmasıdır. Bu iddia belki bazılarına garip gelecektir ama dünyada bu metoda sadece %15 oranında başvurulurken Türkiye’deki hastanelerde son yıllarda %60 oranında başvurulduğunu düşündüklerinde hak vereceklerdir. Bir kadın ilk doğumunu sezeryanla yaptığında ikinci doğumunu da sezeryanla yapması çoğunlukla zorunlu olmakta ve üç kere sezeryanla doğum yapan bir kadının dördüncü doğum yapması sağlığı açısından tehlike arz etmektedir. İşte çok basit gerekçelerle ve bazen de daha kolay olduğu için sezeryanla doğum yaptırılmasının amaçları arasında nüfus artış oranını düşürmek de olduğu rahatlıkla söylenebilir. Zorlayıcı uygulamalar arasında psikolojik baskı metodu da vardır ki buna yukarıda gönüllü uygulamalara değinirken işaret ettik. Dolaylı uygulamaların başında evlilik dışı cinsel ilişkilerin kolaylaştırılması gelmektedir. Çünkü cinsel doyum insanda doğal bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacın evlilik yoluyla karşılanması bütün insanlığın kabul ettiği meşru bir uygulamadır. Dolayısıyla bu yolla çocuk sahibi olmaktan kimse haya etmez. Ama evlilik dışı ilişkiler özellikle Müslüman toplumlarda hoş karşılanmadığından kimse bu yolla çocuk sahibi olmak istememektedir. Bu itibarla İslâm ülkelerinde nüfus artış oranının azalmasını isteyen sömürgeci güçler bu tür ilişkileri yaygınlaştırmak ve insanların evlenmeden cinsel ihtiyaçlarını karşılama yolunu tercih etmelerini sağlamak istemektedirler. Bir diğer dolaylı uygulama da eşcinselliğin yaygınlaştırılmasıdır. Çünkü bu tür ilişkilerden çocuk olmaz.   

    İnsanların cinsel tatmin ihtiyaçlarını bu yolla karşılamalarının sağlanması nüfus artış oranının düşürülmesine katkıda bulunacaktır. Çünkü eşcinsel ilişkiler içine girenler çoğu zaman karşı cinsten olanlarla ilişki içine girme ihtiyacı duymamaktadırlar. Hatta Kur’an-ı Kerim’de Lut kavmiyle ilgili bilgiler de bize bu konuda ışık tutmaktadır.