اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ.

Foundation Islamic Union

İSLAM BİRLİĞİ VAKFI

وقف الاتحاد الإسلامي العالم

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعاً وَلَا تَفَرَّقُواࣕ

İSLÂM BİRLİĞİ İZZET KAZANDIRIR

Dünyada aziz ve onurlu olarak yaşamanın yolu, ölümden korkmamaktan geçer. Evet, yerinde korumakla mükellef olduğumuz mukaddes değerlerin uğrunda ölebilirsek veya kendimizi ölüme hazırlayabilirsek, daha dünyada iken sürekli ebedî varoluşun lezzetini yudumlayacak ve ahirette de tasavvurlarımızı aşan nimetlere ulaşacağız. Rasûl-i Ekrem, bu konuda aşkımızı coşturup gönüllerimize güç verecek şu sözleriyle nazarlarımızı bu noktaya çeker ve buyurur ki:

“Ümmetime meşakkat vermek istemeseydim hiçbir seriyyenin ardında kalmazdım. Ne kadar arzu ederdim, Allah yolunda öldürüleyim sonra diriltileyim, sonra tekrar öldürüleyim, tekrar diriltileyim, tekrar öldürüleyim..”[1]

Allah yolunda mücadele ve müca­he­de uğrunda ölme ne kadar şerefli ve ne kadar mukaddes bir görevdir ki, Efendimiz (s.a.s.), başı en yüksek olgunluklara ulaştığı bir dönemde peygamberlik dava ve görevinin yanında, harp seriyyelerinin arkasına takılmayı arzu etmekte ve savaşma, ölme veya öldürme, sonra yine ölme ve dirilme ve bu işe birkaç defa mazhar olma temennisinde bulunmaktadır.

Bu nimetlere kavuşma nasibi, aklı başında olan herkesin talep etmesi gereken bir mazhariyettir. Zira cihadsız geçen hayat, boşa geçmiş demektir. Efendimiz (s.a.s.)’in bu husustaki her ifadesi, cidden dikkat çekicidir.. İşte bir-iki misal:

“Bir kimse, hayatında hiç cihad yapmadan, bu mevzuda hiç bir cehd göstermeden ölürse, bir nifak şubesi içinde ölmüş olur.”[2] Yani bu insan münafıklık zemininde ruhunu teslim etmiş demektir. Bir başka rivayette de şöyle buyrulmaktadır: “Bir kimse, hayatında cihad eseri olmadan Allah’ın huzuruna çıkarsa, kendinde ciddi bir boşluk olduğu halde, Allah ile karşılaşmış demektir.”[3]

Yani, böyle bir kimse, Mahkeme-i Kübra’ya kendisini utandıracak ve yüzünü kızartacak bir eksikle, bir gedikle gelmiştir.

Sağımızda, solumuzda dünya kadar haksız yere öldürülen, tecavüze uğrayan, inim inim inleyen Müslümanlar ve başka dinere mensup insanlar var. Mazlumun imdadına koşmak bize bir görev olduğu gibi, zalimin zulmünü durdurmak da bir görevdir. Zalimin zulmünü durdurduğumuzda aslında zalime de iyilik yapmış oluruz. Çünkü zulmünü azaltmakla onun azabını da azaltmış oluruz. Yoksa öyle acı bir yaka-paça ile Rabbimizin huzuruna gideriz ki, bu, dünyada gözümüzün önünde çekenlerin çektiklerini unutturacak şekilde ürpertici olur. Rabbin huzuruna böyle bir perişan halde çıkmak, böyle haşr-u neşr olmak ne büyük talihsizliktir!

Bir başka hadislerinde Efendimiz (s.a.s.) seçkin arkadaşları sahabeye gelecekte vaki olacak ve her mümini ürpertiye sevk edecek bazı hadiseleri haber vermekte ve her haber verdiği hadisenin sonunda sahabe dehşete kapılarak: ‘Bu da olacak mı ya Rasûlallah?’ diye sormakta, Efendimiz (s.a.s.) de: “Daha dehşetlisi de olacak” cevabıyla bir başka hadiseyi haber vermektedir. Ebu Ya’lâ ve İbn-i Ebi’d-Dünya’nın rivayet ettiği bu hadis şöyledir: Allah Rasûlü buyurur:

“Nasıl olacak o gün ki, kadınlar baş kaldır­mış, gençleriniz fısk-u fücura daldığında kötülükler yayılmış ve cihad terk edilmiştir?”

Tabii sahabe, bu söz karşısında dehşete kapılmıştır. Zira onla­rın aklı böyle bir tabloyu alamazdı. Evet, onlar bir tek mümi­nin bulunduğu yerde dahi böyle bir manzara ile karşılaşılacağına ihtimal veremezlerdi. Onun için de yine, soracaklardı:

‘Bu da olacak mı ya Rasûlallah?’

Allah Rasûlü (s.a.s.) “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, daha şiddetlisi olacak’ ve konuşma bundan sonra şöyle devam eder:

- Bundan daha şiddetlisi nedir ya Rasûlallah?

Bütün kötülükleri iyi ve bütün iyilikleri kötü gördüğünüz gün, bir bilseniz haliniz nasıl olacak?”

Yani; zinanın revaçta gösterildiği, şehir içi ve şehir dışı eşkıyanın teşvik gördüğü, iman ve Kur’an’ın aşağılandığı ve müminlerin takibe tabi tutulduğu, çirkinin güzel, güzelin çirkin gösterildiği, bütün münkeratın devletten beraat aldığı, bunun yanında ma’ruf ve ilâhî emirlerin ayıp bir iş gibi gizli gizli yapıldığı günler de gelecek ve işte o zaman haliniz nice olacak?

- Bu da olacak mı ya Rasûlallah?

“ Evet, daha şiddetlisi olacak.”

- Bundan daha şiddetlisi nedir ey Allah’ın Rasûlü?

“Nasıl olacak o gün ki, münkerleri emreder, ma’ruftan da men’edersiniz?” (Yani çocuğunuzu namazdan alıkoyduğunuz, onu başıboş bıraktığınız ve ona halinizle, dilinizle ve davranışlarınızla kötülüğü emrettiğiniz zaman haliniz nice olacak bir bilseniz? Ve daha dehşet vericisi, neslinize Allah’ı unutturduğunuz, ilim irfan adına konuşurken hep küfür konuştuğunuz, Peygamber (s.a.s.)’in güzel adını onların gönüllerinden sildiğiniz gün haliniz nasıl olacak? Sanki Allah Rasûlü (s.a.s.) ümmetinin başına gelecekleri bir bir görmüş bulunduğumuz asrı ve içinde yaşadığımız toplumu bizzat görmüş gibidir.)

- Bu da olacak mı ya Rasûlallah?

“Evet, daha şiddetlisi de olacak!.” (Allah Rasûlü, sözünün burasında Cenâb-ı Hakk’tan nakille, kasemle teyid edilen şu sözü söyler): “Celalime yemin olsun ki, bu duruma gelmiş bir toplumun içine çağlayanlar gibi fitneler salıvereceğim..”[4]

İşte, üzerimizde taşıdığımız sorumluluğun Allah (c.c.) ve Rasûlullah (s.a.s.) nezdindeki değeri ve durumu budur. Kalbimizin en hassas yerinde üç asırdan beri devam ederek gelen bir vebalin ağırlığı ve aynı zamanda ağrısı vardır. Derdimize yine derdimizden başka dermanımız da yok.

Bugün bayramdan bayrama veya Cuma’dan Cuma’ya camiye gitmek veya hac farizasını yerine getirip ‘Hacı’ olmak bazılarımız için birer yeterli teselli kaynağı olmaktadır. Halbuki içinde bulunduğumuz durumun dehşeti şahsî farzları ifa ile bertaraf edilebilecek kadar basit değildir. Bu müthiş durum karşısında bütün sistematiğiyle ‘emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker’ görevini yerine getirmekten başka bir çaremiz yoktur. Bu kutsal görevi yerine getirecek de yine bizleriz. Evet, teker teker hepimiz bizzat görevliyiz. Bunun için kendimize birileri tarafından özel bir görevlendirme yapılmasını beklememiz de söz konusu değildir. Yoksa hadiste anlatılan ve sonunda yeminle Cenâb-ı Hakk’ın bildirdiği ve sanki bugünkü toplumun durumunun tasvirinin yapıldığı fitne girdabından kurtulmamız mümkün olmayacaktır.

İslâm Birliği, Müslüman’ı diğer insan toplumları ve ülkeleri nezdinde daha fazla yüceltir. İslâm ümmeti birlik ve cihadla büyümüş, genişlemiş ve yaşamış; parçalandığında da zelil ve başkalarının oyuncağı olmuştur. Keşke İslâm ümmeti birlikten uzaklaşmasaydı ve cihadı devam ettirseydi. Allah’a yemin ediyorum ki, ey kardeşlerim! Eğer bizler cihadı terk etmeseydik... Eğer bizler cihadla yaşasaydık 950 senedir Avrupa’nın geneli şu anda bize cizye ödüyor olurdu. Evet, dünya devletlerinin birçoğu bölük bölük Allah Teâlâ’nın dinine girerdi.

Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Bu emir (din) gece ve gündüzün ulaştığı her yere ulaşacaktır. Allah’ın bu dini girdirmediği hiçbir ev kalmayacaktır. İster kıldan dokunan çadır ev olsun, isterse taş toprakla örülerek yapılan ev olsun. Allah bu dini şerefli kimselerin şerefi ve zelil kimselerin zilleti ile her eve girdirecektir. İslâm’ın aziz olacağı bir izzetle ve küfrün zelil olacağı bir zilletle hâkim kılacaktır.”[5]

Rasûlullah (s.a.s.), İmam Ahmed’in rivayet ettiği sahih bir hadisinde Müslümanların Roma’yı da fethedeceklerini vaad etmiştir. Biliyorsunuz Roma İtalya’nın başkentidir. Allah Teâlâ’nın izni ile orası da feth edilecektir. Rasûlullah (s.a.s.)’e: ‘Şu iki şehirden hangisi daha önce fethedilecektir? Kostantıniyye mi (İstanbul mu), yoksa Rumiye mi (Roma mı)?’ diye sorulmuş, Rasûlullah (s.a.s.) de: “Herakliyus’un şehri önce fethedilecektir.”[6] Buyurmuştur. Yani önce İstanbul’un fethedileceğini bizlere haber vermiştir.

Fiilen Hicrî 857 Sene sonra M. 1453 Yılında Kostantıniyye feth edilmiştir. Yani hadis-i şerifin buyrulduğu tarihten itibaren yaklaşık 850 sene sonra feth edilmiştir. İnşallah Roma da fethedilecektir. Çünkü hadis-i şerif sahihtir.

Şimdi farz ediniz ki biz Moskova’yı fethettik. Ben inanıyorum ki inşallah biz Rusya’yı feth edeceğiz. Çünkü Yüce Mevlâmız Rusları yanılttı. Onları Afgan savaşına sürükledi. Rus ayısı Afgan kovanına girdi. Arıları kışkırttı, arılar onun burnunu cesedini şişirdiler. Bazıları burnunu, bazıları koltuğunu, bazıları ağzını soktular. Şu anda şaşırmış durumda. Ne yapacağını bilmiyor. Nereye kaçsa arılar peşinden kendisini kovalıyor. Ruslar nereye gitseler başlarına füzeler yağıyor. Nengehar’da vuruldular, Kandahar’da vuruldular, Paktiya’da mağlup oldular, Kabil’de, Logar’da... Hülasa Rus ayıları nereye kaçtıysalar arılar onların ağızlarını, gözlerini, burunlarını, kulaklarını soktular. İnşallah bu an Rusya’ya doğru yürüme kapısı açılmıştır. Buhara’dan, Taşkent’ten, Semerkant’tan asker gönderdiler. Bu Müslüman askerler Afganlıların da Müslüman olduklarını görünce onlara: ‘Sizde Kur’an-ı Kerim var mı?’ diye soruyorlardı. Afganlılar: ‘Evet’ deyince Rusya’nın emrindeki Müslüman askerler kalaşinkof silahlarını verip Kur’an-ı Kerim alıyorlardı.[7]

İslâm Birliğinin gerçekleşebilmesi için Müslümanlar bu mücadeleyi verdikten sonra hedefe ulaşınca dünyada izzetli bir hayat sürmeye başlayacaklardır. Bu birlik gerçekleşince artık İslâm düşmanları dünyanın hiçbir yerinde azınlık halinde yaşayan Müslümanlara da zulüm yapamayacak, onlara haksızlık edemeyecek ve onlarla aynı statü ve haklara sahip olacaklardır. Bu kimliği ile Müslüman yeryüzünün her yerinde birinci sınıf insan yerinde olacaktır.

 

[1]  Müslim, İmâre, 28; Buhârî, Îmân, 26; Nesâî, Cihad, 3.

[2]  Müslim, İmâre, 157; Ebû Dâvûd, Cihad 17, Nesâî, Cihad, 2.

[3]  Tirmizî, Fedâilü’l-Cihad, 26; İbn Mâce, Cihad, 5.

[4]  Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 7/280-281.

[5]  Müsned, İmam Ahmed, c. IV, sh. 103, c. VI, sh. 4.

[6]  Darimi, Mukaddime bab: 43; Müsned, İmam Ahmed, c. 2, sh. 176.

[7]  Tevbe sûresinin Gölgesinde Cihad Dersleri, Şehid Şeyh Abdullah Azam.