Hayırlı bir iş yolunda bulunmak ve hatta ona niyet etmek de hayırdır ve onu yapamasa bile bu niyeti Müslüman’a sevap kazandırır. Hayırlı bir işe samimiyetle niyet eden bir Müslüman o işi yapmamış olsa bile yapmış gibi sevap alır. Bu imkân, bir kural olarak Cenâb-ı Hakk’ın Müslümanlara bir ihsanı ve lütfudur.
Kendisini hayra adamış ve hayırlı bir işe vakfetmiş insan için gün, yirmi dört saat değildir, senelerdir. Her şeyden evvel yirmi dört saatin yirmi dördü de onun hasenat (iyilikler) defterine hasenat sevabı olarak geçer. Yatarken, kalkarken, yerken, içerken, gezerken ve hatta uyurken hep gönül verdiği dava ve hakikatin sevdasıyla yaşayan bir insan sınırlı ömürde sınırsızlığın sırrına erer. Hayatını hizmet düşüncesine göre planladığı ve bu düşünceye göre bölümlere ayırdığı için, Allah (c.c.) onun hayatındaki karanlık noktaları dahi, niyet ve düşüncesine mükâfat olarak aydınlatır ve onu apaydın bir ufka ulaştırır. Allah yolunda olan insanın hayatında karanlık nokta yoktur. Onun gecesi de gündüzü kadar aydındır. Onun hayatının her saniyesi, ibadetle geçen seneler hükmündedir. Çünkü o, hayırlı bir yoldadır ve ‘Bâkî-i Hakikî’ yolunda sarf edilen zaman parçasının kısalığına, uzunluğuna bakılmaksızın, ona Allah (c.c) tarafından sayısız mükâfatlar verilir. Dolayısıyla onun bir göz açıp kapama süresi, binlerce senelik ölü, kısır bir hayattan daha değerlidir.
Bu sırrı kavradığı içindir ki sahabe-i kiram (r.a.), durmadan Allah Rasûlü’ne geliyor, kendisi için hayır yollarının çoğaltılması talebinde bulunuyordu. Onlardan niceleri vardır ki geliyor ve: ‘Ya Rasûlallah! Bana öyle bir hayır öğret ki, onu yaptığımda cennete girebileyim’ diyordu.[1] Evet, Allah (c.c.)’ı bilmek yeteneği ile akılları aydınlanmış olan bu insanlar, durmadan hayır kapısı araştırıyorlardı. Bu, bir bakıma, ebediyet yolunda yolculuklarını kolaylaştırmanın çaresini de aramak demekti.
Rasûlullah (s.a.v.)’e yapılan bu başvurular, hep hayır yolunu araştırma yönünde oluyor ve bu uğurda sanki birbirleriyle yarışıyorlardı. Bu sebepledir ki, o devirde genç-ihtiyar, kadın-erkek herkesi kendini hayırdan uzaklaştıracak şeylere karşı ciddî bir tavır ve kararlılık içinde görürüz.
Bilal-i Habeşî (r.a), Efendimiz (s.a.v.)’in vefatından sonra kaç defa Hz. Ebu Bekir (r.a)’e müracaatla, Medine’den ayrılmak için izin istemiş, ama Hz. Ebu Bekir, her defasında O’nun bu arzusunu geri çevirmişti. Zira O, Bilal’i Allah Rasûlü’nden kendisine kalan bir hatıra olarak görüyordu. Ne var ki, Bilal’in de içi yanıyordu: O Allah Rasûlü’nün devrinde cihada çıkmaya ve harp meydanlarında kılıç sallayıp, sancak taşımaya alışmıştı. Şimdi sadece müezzinlik için Medine’de beklemek ona ağır geliyordu. Bir cuma günü Hz. Ebu Bekir (r.a.) hutbe okurken Bilal (r.a.) ayağa fırladı: ‘Ya Eba Bekir! Beni nefsin için mi, yoksa Allah için mi azad ettin?’ dedi. Hz Ebu Bekir, ‘Allah için’ cevabını verince, o sözlerini şöyle bağladı: ‘Öyleyse Allah için beni bırak, ben cihad etmek istiyorum.’[2]
Ve Bilal (r.a.), Şam önlerine gider orada şehid olur ve meçhul bir mezara gömülür. İşte O’nu oralara götüren de yine içinde bir kor gibi yanan cihad aşkıydı.[3] Yoksa Medine’de hayatını sürdürür ve orada vefat edebilirdi. Niçin ta Şam önlerine kadar gitti? Niçin rahatına bakmadı da seferi, zorluğu tercih etti?
İşte İslâm Birliği için gayret edecek Müslümanların bütün bu gayretleri, mal ve canlarını bu yola koymaları tamamen bir cihad hareketi olacağı için cihadın bütün bereketi onları kuşatacak ve Allah Teâlâ beklenmedik kolaylıklar nasip ve müyesser edecektir. Bu bereket beraberinde dünya ve ahret saadetini getirecektir.
Ne mutlu İslâm Birliğinin bereket ırmağından nasibini alanlara!
[1] Buhârî, Zekât, 1.
[2] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, 1/244.
[3] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğabe, 1/245.