اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ.

Foundation Islamic Union

İSLAM BİRLİĞİ VAKFI

وقف الاتحاد الإسلامي العالم

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعاً وَلَا تَفَرَّقُواࣕ

İSLÂM BİRLİĞİ TÜM İNSANLIĞIN YARARINADIR

İslâm Birliğinin amacı, yeryüzündeki bütün Müslümanların kendi devlet veya eyalet sınırlarını ve bağımsızlıklarını koruyarak imzalanacak bir ‘İslâm Birliği Sözleşmesi’ hükümleri dâhilinde siyasî, ekonomik, askerî, eğitim, bilim, teknoloji, kültürel ve sosyal alanlarda birlik ve beraberlik içinde hareket etmelerini ve böylelikle hem İslâm dünyasında ve hem de dünyada barış ve huzuru, istikrarı, maddî ve manevî kalkınmayı sağlamaktır.

Bu amaca göre, İslâm Birliği yalnızca Müslümanların barış, huzur ve kalkınmasını değil tüm insanlığın barış, huzur ve refahını hedeflemektedir. Bu rağmen Batı dünyası her zaman olduğu gibi kafasındaki ön yargılarla hep bunun aksini düşünmüş ve ona göre de hareket etmiştir.

İslâm’ın Batı için bir tehdit oluşturup oluşturmadığı 20. ve 21. Yüzyıllarda sürekli yapılan tartışmalar birisidir. Bu tartışmalara cevap bulmak için yapılan araştırmalara bakıldığında yoğunlaşmanın ‘İslâm dininin siyasî tabiatı’ üzerinde olduğu görülür. 19. Yüzyılda Batılı devletlerin korkusu, sömürgelerindeki toplu isyanlar ve sömürge yönetimini zorlayan direnişlerdi. Bu dönemdeki isyanların ve direnişlerin arka planı ile İslâm’ın siyasî tabiatı arasındaki ilgi bilim adamlarınca kolaylıkla kuruldu. Avrupalı sömürgeciler, Müslüman olmayan sömürgelerinde hiçbir zaman Müslümanların gösterdiği direnişle karşılaşmamışlardı. Böyle olunca araştırmalar Müslümanlar için çok önemli olan ‘cihad, hilafet, İslâm dayanışması’ gibi kavramlar ve kurumlar etrafında yoğunlaştı.[1]

Bugün de bu ve benzeri tartışmaların çok uzağında değiliz. Dünyada tartışılan ve konuşulan temel meselelerin başında Müslümanlar ve İslâm dünyası gelmektedir. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Ilımlı İslâm konusu, İsrail-Filistin meselesi, Irak petrolü, Keşmir sorunu, Afganistan-Pakistan cephesi, Kuzey Afrika ülkeleri, İran nükleer enerjisi konuları hep İslâm merkezlidir. Yine bölgesel anlamda Kafkasya ve Balkan sıkıntıları ile ülke merkezli Sudan ve İran tartışmaları İslâm’ın uzağında tartışmalar değildir. Aynı şekilde dünya enerji kaynaklarının Müslüman coğrafyasında bulunması ve Batı’ya nakil için kullanılacak koridorların İslâm coğrafyası ile bağlantılı olması İslâm’ı ve Müslümanları dünyanın tartışma gündemine taşımıştır. Dolayısıyla kendini dünyanın efendisi, medeniyetini de dünyanın değişmeyen doğrusu kabul eden Batı, İslâm’ı ve Müslümanları çöl kumları arasında kaybolmaya mahkûm nesneler olarak görmekten vazgeçmek ve objektif kriterlerle tartışmak zorunda kalmıştır.

İslâm dini ve onunla bağlantılı konular tartışılınca İttihad-ı İslâm (İslâm Birliği) konusunu tartışmanın uzağında tutmak mümkün olmamaktadır. Bu tartışmalar aynı zamanda büyük bir eksikliği de beraberinde getirmektedir. Bu da İttihad-ı İslâm tartışmalarının, siyasî analizlerin ideolojik olması ve İslâm dininin sınırlı bir algılama ile karşı karşıya bırakılma tehlikesidir.

Mesela, İslâm Birliği’ni sadece siyasî bir proje olarak algılayıp bunun temellerini ihmal etmek yetersiz kalır. İttihad-ı İslâm aslında peygamberlik metodu üzerine kurulu ve ‘hilafeti’ itikadî boyutları ile birlikte içeren ‘derin’ bir manada anlaşılmalıdır. Nitekim Bediüzzaman, kopmaz bir halat olarak (Urvetü’l-Vüska) gördüğü Kur’an’ı temel alarak, iman esaslarının canlı tutulmasını önerir. Daha sonra da sosyal ve kültürel farklılıkları göz önüne alarak, geniş perspektifli bir yöntem izlenmelidir. Böylece, oluşturulacak politikaların daha sağlam olması ve sürekliliği mümkün olur.

Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliği bozmak isteyen zındıka komiteleri, İslâmiyet’i imha için İslâm memleketlerinde bilhassa Türkiye’de entrikalar çeviriyorlar, menfur plânlar tatbik ediyorlar ve ayrılık tohumları saçıyorlar. Bu tohumlar İslâm’ın bünyesinde derin yaralar açmaktadır. Bütün dünyaya yayılan bu dinsizlik ve sefahat akımlarına karşı tek çare Kur’an hakikatlerine ve İttihad-ı İslâm’a sarılmaktır.

Dil, tarih, kültür ve coğrafi farklılıklardan dolayı ortaya çıkan mezhep ayrıklıklarını, ifsat komiteleri İttihad-ı İslâm aleyhinde kullanmaktadırlar. Bu komitelere karşı ehl-i sünnet, Aleviler ve diğer farklı gruplar birliklerini muhafaza etmelidirler.

Bediüzzaman bu tehlikeye karşı şöyle seslenmektedir: ‘Ey ehl-i hak olan ehl-i sünnet ve cemaat! Ve ey Âl-i Beyt’in muhabbetini meslek ittihaz eden Aleviler! Çabuk bu manasız, hakikatsiz, haksız ve zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız.’

Bediüzzaman Said Nursi telif etmiş olduğu Risale-i Nur Külliyatı’nda İttihad-ı İslâm kavramını İslâm’ın temel sistematiği içinde değerlendirmiş ve anahtar kelime olarak da ‘İttihad-ı İslâm’ terkibini kullanmıştır. Bu kavramı İslâm Dünyası’nın geleceğine ilişkin analizlerde bir netice olarak ortaya koymuştur. O’na göre bu kavram iki temel vazifenin tamamlanmasından sonra tahakkuk edecektir. Nasıl ki bir saatin dakikalarını gösteren miller devrini tamamladıkça günler; günler devrini tamamladıkça aylar; o da devrini tamamladıkça mevsimler meydana gelir. Bunun gibi kalp dairesinde iman kemale erip muhkemleştikçe cemiyet hayatında şeair-i İslâmiye ihya olur. Bu da insanlığa sulh ve huzur sağlayan bir medeniyet hediye eder. Bu devri müteakip tüm dünyada, İttihad-ı İslâm’ın temin ettiği muazzam bir güç dünya siyasetinde İslâm hakikatlerini tesis edecektir.

Bu sonuç tüm dünyaya ve insanlığa sulh ve huzur getirecektir. Şimdiki Batı medeniyeti insanlığın ancak %10’una kan ve zulme dayalı bir refah getirmiş ve çoğunluğu acı ve felakete atmışken, İslâm medeniyeti tüm insanlığın saadetini esas almaktadır. Bu sonuca ulaşmada materyalist ve ateist olmayan; Hz. İsa’nın ruhaniyetine bağlı olan Hıristiyanların da desteği olacaktır.

Bediüzzaman’a göre İslâm medeniyeti ‘Batı medeniyetinin inkıtaından inkişaf edecek’ ve onun menfi esasları yerine insan fıtratına yaraşır müspet esaslar yerleştirecektir. Bediüzzaman İttihad-ı İslâm için üç safhadan bahsetmektedir. Birinci safha fert fert bütün Müslümanları ilgilendirmekte olup, halkın ekserisinin iman-ı tahkiki; yani bilgiye, delile, araştırmaya dayanan bir itikada sahip olmalarıdır. Bu safha devamlılık arz etmek durumundadır.

İkinci safha sosyolojik gerçeklik temelinde iktisadî ve sosyal hayatın, cemiyet hayatının İslâm’ın medeniyet anlayışına göre şekillenmesi ile mümkün olabilecektir.

Üçüncü safha ise İslâm’ın idare ve siyaset anlayışının dünya siyasetinde belirleyici olma safhasıdır. Bediüzzaman Said Nursi İslâm’ın idarî sistemini cumhuriyet ve demokrasi anlayışıyla telif edilebilir bulmakta ve buna Peygamber Efendimiz (s.a.v.)  sonrası, dört halife dönemini misal olarak göstermektedir.

Şu gerçeği de zikretmeden geçmemek gerekir. O da İttihad-ı İslâm gerçeğinin tahakkukuna karşı İslâm’ı ve İslâm şeriatını iptidailik ve gerilikle; Müslümanları terör ve teröristikle, hilafeti diktatörlük veya tiranlıkla; ümmet kavramını kabile ve organize olamayan cahil kalabalıklarla karıştırmaya çalışan ve bunun için reklam, bilgi ve iletişim teknolojileri ile akademik camiadan bilim ahlakı zayıf veya ideolojik saplantıları olanları ustalıkla kullanmalarına karşı ciddiyetle ve aynı yol ve kanalları kullanarak mücadele etmek gereklidir.

Türkiye İslâm Birliği’nin neresindedir, sorusuna verilecek cevapta ise yine Bediüzzaman’a göre Türkiye bu sorumluluğun birinci muhatabı ve bu vazifenin ifasında en fazla hakka sahip olanıdır. O, İttihad-ı İslâm’ın hilafeti deruhte edecek meclisinin Türkiye’de teşekkül etmesi gerektiğini yıllar önce savunmuştur. Dolayısıyla, Bediüzzaman’ın ‘İttihad-ı İslâm Projesi’ sadece döneminin politik faktörleri etkisinde oluşmuş mahallî bir düşünce değildir. Fakat aynı zamanda, dünyadaki Müslümanların aralarındaki farkları göremeyen subjektif bir fantezi de değildir.

Bediüzzamanın fikirlerinden özellikle bugün için çıkarabileceğimiz çok önemli dersler vardır. Mesela; Bediüzzaman’ın savunduğu değerler, Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan etnik ve kültürel farklılıklara mensup bütün toplumsal grupları İslâm dininin uhuvvet (kardeşlik), adalet (hukuken eşitlik) ve meşveret (halkın sesi olan bir meclis) hakikatleri üzerinde uzlaştırabilir.

Küresel boyutta ise O’nun savunduğu fikirler farklı din ve kültürden olmakla birlikte bütün dünya insanlarını/toplumlarını, İslâm dininin direkleri olan rahmet, şefkat ve muhabbet prensipleri etrafında uzlaştırabilir. Nitekim İslâm Peygamberi “Bütün insanlığa rahmet olarak gönderilmiştir.” Bediüzzaman’a göre de, İslâmiyet sadece Müslümanlar için değil bütün dünya için rahmettir. Hatta ona göre, “İslâmiyet” ile “insanlık-insaniyet” arasında daha derin ontolojik bir bağ vardır.

Batı medeniyetinin dünyaya miras olarak bıraktığı bütün kirli izleri temizleyecek ve insanlığa huzur ve barış getirecek yegâne hakikat, Bediüzzaman’ın “insaniyet-i kübra” olarak ifade ettiği İslâmiyet ve onun uygulama alanı olarak görülebilecek olan “İttihad-ı İslâm” projesidir. Bu proje bugün insanlığı tehdit etmekte olan, küresel terör ve yoksulluk ile hastalıkların çaresi olarak üzerinde düşünülmeye değer bir perspektif sunmaktadır.[2]

 

DÜNYA İSLÂM BİRLİĞİNE MUHTAÇTIR

Kuşkusuz bizim dileğimiz, Ortadoğu’nun çatışmanın değil barış ve dostluğun egemen olduğu bir bölge olmasıdır. Hem on milyonlarca Müslümanı mağdur eden, hem de bir taraftan İsrail’de yaşayan Yahudileri gerilim dolu bir hayata sürükleyen savaş, çatışma ve düşmanlık sona ermeli, Ortadoğu, eskiden, yani Osmanlı İmparatorluğu döneminde olduğu gibi, barış ve huzura kavuşmalıdır.

Bu konuda uzun vadeli bir çözüm aramaya çalıştığımızda ise, meselenin aslında sadece Irak-ABD-İsrail üçgeninden ibaret olmadığı, aslında tüm İslam dünyasını ilgilendiren çok geniş çaplı bir meseleyle yüzyüze olduğumuz gerçeğiyle karşı karşıya kalırız. Özellikle 11 Eylül sonrası dünyada, artık ‘medeniyetler’ belirleyici hale gelmiştir ve Ortadoğu’daki çatışmalar da ‘medeniyetler arası’ bir kimlik kazanma eğilimindedir.

Peki medeniyetler arasındaki ilişki, bazılarının öngördüğü gibi, ‘çatışma’ temelli mi olmalıdır?

Hayır... Olması gereken ve bizim temenni ettiğimiz tablo, inançlar ve medeniyetler arasında çatışma değil, barış ve dostluğun hâkim olmasıdır. Bir Müslüman olarak bize bu konuda yol gösteren kaynak Kur’an’dır. Allah (c.c.) Kur’an’da insanlar arasındaki farklılıkların bir ‘tanışma’ vesilesi olması gerektiğini bildirmiştir:

“Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır.”[3]

Allah , bir diğer ayetinde ise Müslümanlara, Kitap Ehli’ne, yani Yahudi ve Hıristiyanlara, iyilikle davranmalarını emretmektedir:

İçlerinde zulmedenleri hariç olmak üzere, Kitap Ehline en güzel olan bir tarzın dışında karşılık vermeyin. Ve deyin ki: "Bize ve size indirilene iman ettik; bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuz." (Ankebut Suresi, 46)

Dolayısıyla Müslümanların yeryüzündeki farklı insan gruplarına hoşgörü ile yaklaşması ve tüm bu farklı gruplar arasında barış ve karşılıklı tolerans sağlanacak bir dünya düzeni kurulması için çaba göstermeleri gerekir. Tüm insanları İslam’a davet etmek, elbetteki bir Müslümanın başta gelen görevlerinden biridir. Ama bu davete icabet etsinler veya etmesinler, tüm insanlara karşı adalet ve iyilikle davranılması şarttır. Allah’ın "Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz..." (Al-i İmran Suresi, 110) ayetinde buyurduğu gibi, Müslümanlar tüm insanların iyiliğini hedeflemelidirler.

Ancak 11 Eylül ve sonrasının ortaya koyduğu önemli bir problem vardır: İslam adına ortaya çıkan, oysaki İslam’ın özünü kavramaktan çok uzak olan bazı insanlar, "insanların iyiliği" için değil, insanlara azap vermek için çaba harcamaktadırlar. Masum insanlara karşı düzenledikleri saldırılarla İslam’ın yasakladığı en büyük günahlardan birini işlemekte, yani "yeryüzünde fitne" çıkarmaktadırlar. Kullandıkları vahşi yöntemler, öfkeli ve saldırgan söylemler ile, İslam adına İslam ahlakına tamamen ters bir ahlak yapısı göstermektedirler. Bu yüzden de dünyadaki 1 milyardan fazla Müslümanı gereksiz ve haksız bir zan altında bırakmaktadırlar. Irak’taki mevcut kriz, bu gibi radikallerin oluşturduğu gerilimin bir neticesi olarak tırmanmıştır.

Dini yanlış yorumlayan, din adına ortaya çıkarak terör uygulayan bu gibi kişilerin varlığına Kuran’da da dikkat çekilmiştir. (Al-i İmran Suresi, 7; Neml Suresi, 48-49) Allah, cehaletleri nedeniyle dinin özündeki güzel ahlakı kavrayamayan, sert tabiatları nedeniyle "inkar ve nifak" bakımından şiddetli olan kimselerin varlığına da işaret etmiş ve bu konuda Müslümanları uyarmıştır. (Tevbe Suresi, 47; Hucurat Suresi, 14) Nitekim İslam tarihinde de bu gibi cahil ve bağnaz kimselerin (örneğin Haşhaşiler ve Haricilerin) din adına teröre başvurarak yeryüzünde fitne çıkardıklarının örnekleri görülmüştür.

Dolayısıyla bu, gerçekten önemli bir meseledir ve çözülmesi gerekir. Çözülmesi için de İslam dünyasının bu gibi çarpık akımlardan kurtarılması, hurafelerden ve aşırılıklardan arındırılmış, Kuran’a dayalı bir İslam anlayışı ile yeniden eğitilmesi, büyük alim İmam Gazali’nin ifadesiyle "ihya edilmesi" gerekmektedir.

 

[1] İttihad-ı İslâm Sadece İslâmi Değil, Aynı Zamanda İnsani Bir Projedir, Köprü Dergisi, Osman ÖZTÜRK - İbrahim KAYGUSUZ

[2] İttihad-ı İslâm Sadece İslâmi Değil, Aynı Zamanda İnsani Bir Projedir, Köprü Dergisi, Osman ÖZTÜRK - İbrahim KAYGUSUZ

[3] Hucurat Suresi, 13)