اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ.

Foundation Islamic Union

İSLAM BİRLİĞİ VAKFI

وقف الاتحاد الإسلامي العالم

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعاً وَلَا تَفَرَّقُواࣕ

İSLAM BİRLİĞİN ALANLARI

Başkalarını İttihada (birliğe) davet eden kimse, davet ettiği insanlarla ortak noktaları olduğu gibi bazı konularda ayrı olduğunu da kabul etmiş demektir.

Eğer farklılık olduğunu kabul etmi­yorsa ittihada davetin manası kalmaz. Birileri başka insanları ittihada davet ediyorsa aşağıdaki noktalara dikkat etmesi gerekir:

  1. a) Birlik yapmak istediği insanların, kuruluşların veya mezhebin hedeflerini, düşüncesini ve fikir yapısını bilmesi gerekir. Davet ettiği kimselerin hedefleri nelerdir? Düşünce tarzı nedir? Siyaset ve stratejisi nedir? Prensipleri nelerdir? Kısacası o hareket, fikrî akım ve mezhep ve meşrebi tanımalıdır. Eğer vahdet yapmak istediği kimselerin kim olduğunu tanımazsa boş yere slogan atmış olur. Çünkü vahdet yapmak istedikleri insanlar temelde kendileriyle aynı hedefi paylaşmayabilirler veya aynı strateji ve siyaseti takip etmeyebilirler. Dolayısıyla aynı hedefi paylaşmayan, temelde ayrı olan insanların veya kuruluş ve hareketlerin vahdeti müm­kün değildir. Öyleyse birlik için en önemli şart tarafların birbirlerini tamamen tanımalarıdır.

b)- Aynı hedefi paylaşan insanların ve İslâmî hareketlerin vahdeti söz konusu ise yani birbirlerinin hedef ve amaçlarını tanımış ve birbirleriyle vahdet oluşturmayı uygun görmüşlerse o zaman birbirlerinin ortak noktalarını tespit etmelidirler. Hangi noktalarda birleşiyorlar, ortak noktaları nelerdir, bilinmesi gerekiyor. Şu soru sorulabilir: Eğer bunlar aynı hedefi paylaşı­yorlarsa öyleyse bunlar birdirler, her şeyleri ortaktır, ayrılık noktaları yok ki neden ortak nok­taları belirlesinler? Evet, doğrudur ama aynı hedefi paylaşan kurum ve kuruluşlar temel he­deflerde birdirler, teferruatta, takip edilmesi gereken siyasette, metot ve stratejide farklı ola­bilirler. Onun için önce ortak noktaları belirlenmeli, nereye kadar beraber oldukları bilinmeli­dir. Aksi takdirde birbirlerini suçlamadan, ithamlardan geri kalmayacaklardır. Hatta birbirle­rini tekfir ve münafık ve hain ilan etme aşamasına bile gelebilirler.

Ortak noktalar belirlendiği gibi aynı şekilde ayrılık noktaları, beraber hareket edemeyecekleri alanlar, fikir ayrılıkları, metot farklılıkları ve onları birbirinden ayıran özellikler belirle­nip karşılıklı saygı göstermelidirler. Bu ayrılık noktalarından dolayı birbirlerini itham edip suçlama yerine, onları bahane edip birbirlerine saldıracaklarına, fikir ve düşüncelerini birbir­lerine tahmil edeceklerine bu gerçekleri kabullenip karşılıklı saygı ve hoşgörülü olmalıdırlar.

  1. c) Birbirlerini iyice tanıdıktan, hedeflerini bildikten ve ortak ve ayrılık noktalarını tespit ettikten sonra son merhale kat edilmeli. Önce ayrılık ve ihtilaflı noktaları gidermeye çalışmalılar. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler çerçevesinde ihtilafları yok etmeliler. Bu ihtilaf ve ayrılık noktaları dine, imana zarar verecek boyutta değilse sadece metot ve strateji ve takip edilmesi gereken siyaset alanındaysa o zaman görüşlere karşılıklı saygıyı gösterip ortak noktalara yö­nelmeliler. Ortak noktalar belirlendikten sonra, o noktalarda her türlü yardımlaşma ve daya­nışma içinde olmalıdırlar. Müştereklerde istişare ve görüş alış-verişinde bulunularak ortak bir yol takip edilmelidir. Eğer ayrılık noktalarını halletmede ısrar edilirse bu ortak noktaların da ayrılık noktalarına dönüşmesine, tefrika ve kavganın ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Neticede vahdete davet, kabul olmayacak duaya ‘Amîn’ demek ve oluşmayacak bir birlik için slo­gan atmaktan öteye gidemez.

BİRLİĞİN ALANLARI

Dünyadaki Müslümanlar değişik mezhep ve meşreplere sahip olduğundan, aynı mezhep ve inanca sahip Müslümanların çeşitli tarikat, meşrep ve kuruluşların bünyesinde inançlarını ya­şamaya çalıştıklarından veya değişik siyaset ve stratejiye sahip olduklarından, vahdetleri söz konusu olduğunda vahdet etmek istedikleri alanlar belirlenmelidir. Birlik adına Müslümanlar kullanılmamalı ve onlara İslâm’ın öngördüğü vahdet, yanlış anlatılmamalıdır. Asırlardır Müslümanların vahdet oluşturamamalarının sebeplerinden biri de Müslümanlara İslâmî vahdetin gerçek manasının aktarılamamasıdır. Bu bağlamda vahdetin merhaleleri de belirlenmelidir.

  1. İnanç ve İtikatta Birlik

İnsanın hayatına değer veren, yaşamına önem kazandıran ve ferdî ve toplumsal hayatını yönlendiren onun itikat ve inancıdır. İnanç ve itikat insanın özünü oluşturur. Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de vahdet için nazil etmiş olduğu ayetlerde inanç ve imanda bir olmaya davet ediyor. Tek olan Allah (c.c.)’a iman etmeye, ilahî hükümleri getirip beyan eden Rasûlullah (s.a.s.)’a iman etmeye ve kıyamet gününe imana çağırıyor. Allah (c.c.)’a kulluk etmeye, göndermiş olduğu dine tabi olmaya çağırıyor. Diğer taraftan Allah (c.c.)’tan başka bir şeye ilâh diye tapmaktan, O’ndan başkasına kulluk etmekten yasaklıyor. Hem vahdete davet ettiği ayetlerde hem de tefrikadan nehy ettiği ayetlerde ‘Tevhide’ davet ediyor. Ayetler Müslümanları inanç ve itikatta ‘Tevhidî bir imana’ sahip olmaya davet ediyor. Bu ayetlerin Mekke’de nazil olduğu dikkate alındığında genelde itikadî ve imanın temellerini beyan eden ayetler olduğu görüleceklerdir. Dolayısıyla ayetlerin, Müslümanlar arasında itikadî konuların dışındaki fikri ayrılıklarını reddetmediği anlaşılacaktır. Rasûlullah (s.a.s.) da hiçbir zaman fikir ayrılıklarını tefrika, fitne olarak değerlendir­memiştir.

Müslümanların bu alandaki vahdetlerini iki şekilde beyan edebiliriz: Bunlardan biri Müslümanların iti­kat ve inancının temellerini oluşturan ve bütün Müslümanların ortak oldukları Tevhid, Nübüvvet ve Mead ve dinin diğer değişmez esaslarına imanda vahdettir. Yani Âmentü’ hadis-i kutsisindeki iman esaslarını şeksiz şüphesiz kabul etmektir. Diğeri ise bu imanın temellerinin pratikte amelî göstergesi olan ibadî ve Allah (c.c.)’ın amelde Müslümanlardan bera­berce yapmalarını istediği işlerde vahdettir.

İslâmî vahdet ister Tevhidî düşünce gereği iman ve itikatta olsun isterse ilahî emir gereği amelde, ibadette olsun genel ve küllîdir. Ama inanç ve teorik meselelerin ve pratikte amelen yapılan şer’î hükümlerin teferruatına ve cüz’iyyatına inildiğinde Müslümanların bu meseleleri idrak ve kavramasında farklılık olduğu görülmektedir. Yani ihtilafların çoğu imanın asıl ve temellerinde değil, teferruat ve detaylarındadır.

Mezhepler arasındaki farklılıklar da bu noktalardadır. Müslümanlar, mezheplerin farklı düşünmelerine sebep olan teferruat ve detaylar peşine düştüklerinden tefrika ve ihtilaf hastalı­ğına yakalanmışlar ve vahdet sağlayamamaktadırlar. Bu detaylar konusunda da vahdet sağ­lama peşinde olduklarından ve başaramadıklarından bu daldaki görüş ayrılıklarını tefrika olarak algılarlar. Bazılarına göre İslâmî vahdetin varlığı o zaman kabullenilir ki bütün mesele­lerde hatta teferruat ve detaylarda da aynı düşünülsün, aynı inanca sahip olunsun. İşte bu dü­şünce neticesinde tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de Müslümanlar birbirlerini tekfir etmekten, kendisi gibi inanmayanları sapık ve dalalette görmekten kurtulamamışlardır. Onlara göre mezhep ve fırkalar birbirleriyle teferruatta ihtilafları olduğu için hiçbiri ‘Hak’ olamaz çünkü hak bir tanedir. Bundan dolayı herkes kendi inanç ve mezhebini hak olarak görüyor ve diğerlerini batıl sayıyor.

Eğer Müslümanlar bir mezhebin veya inancın teferruat ve detaylarını imanın temeli ve diğerlerini ise batıl olarak algılarsa o zaman kendi mezhebi içindeki farklı görüşe sahip âlim ve müçtehitlerin de bazılarının küfrüne ve görüşlerinin batıllığına, bazılarının da hak olduğuna hüküm vermesi gerekecektir. Çünkü fakih ve müçtehitlerin fıkhî meselelerde ve diğer bazı konuların detay ve teferruatında farklı görüşleri olduğunu biliyoruz. Halbuki Müslümanların kayıtsız şartsız kabullenmesi gereken ve görüş belirtme yetkisi olmadığı itikadî ve şer’î mese­lelerin teferruat ve detaylarında fakihlerin görüş ayrılıkları ve farklı fetvaları, ihtilaf ve tefrika değildir ve fakihler de birbirlerinin batıl ve küfrüne fetva vermemişlerdir. Tabiî ki İslâm’ın, Kur’an’ın aleyhine verilen fetva ve görüşler her kim tarafından verilirse verilsin, hıyanet ve batıldır, onların cevabını vermekte yine fakihlerin vazifesidir.

  1. Fikirde Birlik

Allah Teâlâ, insanlara dâhilî hüccet olarak aklı vermiştir. İnsanlar, kendilerine verilen bu akıl ile dünya işlerini düzene koydukları gibi Hak yolu bulup hidayete kavuşurlar. Allah Teâlâ, insanlar arasında aklı taksim etmiş ama her insan aynı yetenek ve kabiliyete sahip değil­dir. Her insan kendisine verilen aklı aynı ölçüde kullanamaz. Herkes yeteneği ve kapasite­since ondan yararlanır. Dolayısıyla aklını iyi kullanan birisinin anladığı bir şeyi başka birisi idrak edemeyebilir. İlmî, siyasî, toplumsal ve itikadî bir meseleyi bağnazlık ve taassup olma­dan herkes farklı şekilde anlayabilir. Olayları değerlendirme açısından insanlar bir olayı farklı şekillerde yorumlayabilirler. Hiç kimse benim yorumum doğrudur, benim dışımdakiler batıldır diyemez. Tabii ki bu değişik yorum ve idrakler dinî konularda söz konusu olunca ancak tefer­ruat ve detaylarda olursa doğru olarak kabul edilir, dinin asıllarında ve değişmez hükümle­rinde insanların böyle bir hakkı yoktur.

İki insanın bir konuda tamamen aynı düşündükleri söylenemez, bir olayı tamamen aynı şekilde değerlendirdikleri iddia edilemez muhakkak görüş ayrılıkları olan noktalar vardır. Bu görüş ayrılıklarının olması birinin hak diğerinin batıl olduğunu göstermez ve onlar arasında tef­rika olduğu manasına gelmez. İnsanların, ilim ve bilgileri farklı olduğundan ve anlama yete­nekleri farklı olduğundan bir meseleyi idrak etmeleri ve olaylara yaklaşımları farklı olacaktır. Düşünce tarzı ve yeteneği değişik olduğundan her konuda aynı düşünmeleri imkânsızdır.

İnsanların fikri vahdetini (yani her konuda aynı düşünmek, aynı görüşü benimsemek, hiç görüş ayrılığının olmamasını) sağlamaya çalışması mantıklı bir fikir olmadığı gibi insanın fikir özgürlüğünü kısıtlamak, düşünme yeteneğini elinden almaktır. Çünkü insanların değişik düşündüğünü, farklı yeteneklere sahip olduğunu ve ilim ve bilgi seviyelerinin neticesinde olayları farklı değerlendirdikleri dikkate alındığında bu fikri vahdeti sağlamanın imkânsız olduğu görülecektir. Fikri vahdet oluşturmak istersek bir toplumda bir görüşün dışında bütün görüşleri atmamız gerekecek ve herkes kendi görüşünün doğru olduğunu kabullenip diğerle­rini batıl ve yanlış bilmesine sebep olacaktır. Bir insanın kendi görüşünün hak olduğunu iddia edip mihver olması gerektiğini söylemesi düşünüldüğünde, bu iddianın tefrika ve fitneyi ne kadar körüklediği görülecektir. Fikri vahdet dediğimizde insanların her konuda aynı düşün­mesi gerektiğini, olayları aynı şekilde değerlendirmeleri gerektiğini ve değişik ve farklı dü­şüncelerin olmaması gerektiğini kast ediyoruz. Bunun yanı sıra şunu da belirtelim, görüş alış verişinde bulunarak Müslümanların ve İslâm’ın maslahatı için ortak bir görüşe varmak, daya­nışma ve diyalog halinde olmak ayrı bir konudur.

Evet, fikrî vahdet, bütün insanların aynı düşünmeleri, olayları aynı şekilde değerlendirmeleri imkânsız olduğu gibi Allah Teâlâ da insanlardan böyle bir vahdet istememektedir. Rasûlullah (s.a.s.) hadislerinde ve Ehl-i Beyt İmamları nurlu sözlerinde böyle bir vahdete davet etmiyorlar. Bu bağlamda şuna dikkat edilmesi gerekir: Bir insan kendi görüşünü hak ölçüsü olarak görüp insanları kendisine tabi olmaya davet edemez, insanın kendisine davet etmesi, ne isimle olursa olsun kendisini ilahlaştırması manasına gelir.

Böyle bir vahdet ancak peygamberler (a.s.) için söz konusudur. ‘İsmet’ makamına sahip olan Peygamberler (a.s.), Allah Teâlâ’dan aldıkları ilim sayesinde bütün olayların ve düşünce ve fikirlerin başlangıcından sonuna kadar bütün maslahatını, yarar ve zararını, doğruluk ve yanlışlığını, hak ve batıllığını bildiklerinden her konuda ayını düşünür ve aynı kararı veririler. Asla görüş ayrılığına, hiçbir konuda ihtilafa düşmezler. Onun için Peygamberlerin fikri vahdetleri de vardır. Eğer 124 bin peygamber bir arada yaşasalar en küçük bir konuda dahi ihtilaf ve fikir ayrılığına düşmezler. Ama insanlar böyle bir vahdeti gerçekleştiremeyecekleri için onlardan böyle bir vahdet istenmemektedir.  Eğer birileri böyle bir vahdet istiyorsa bu fikrî vahdet değil kendi­sine tabi olmaya çağırmadır, fikir, düşünce ayrılığını tefrika olarak değerlendiriyorsa bu ken­disini tek hak görmesinden kaynaklanıyor bu da en büyük zulmetlerden biridir.

Özetle şöyle diyebiliriz: Fikirde vahdet hedef doğrultusunda bütün konularda ister küllî ve genel meselelerde olsun, ister cüzî ve teferruatta olsun fikir ve düşüncelerin hiçbir fark olmaksızın bir olmasıdır. Elbette bu vahdet türünün insanlardan şu aşamada istenmesi yalnız zamansal olacaktır. Eğer insanlar iman-ı kâmil ve akl-ı kâmil derecesine ulaşırlarsa o zaman bu birlik gerçekleşecektir.

  1. Fikir Birliği

Söylediğimiz gibi insanların akıl seviyeleri, akıllarını kullanma yetenekleri farklı ve deği­şik olduğundan ve değişik ilim ve bilgiye sahip olduklarından farklı düşünürler farklı değer­lendirirler. Bu insanın yaşayışının ve dünyevî hayatının gerçeklerindendir.

‘Fikir birliği’ bir grup insanların bir hedef doğrultusunda bir strateji belirleyip bir siyaset ve metot takip ederek hedefe ulaşmak için ortak bir görüş etrafında toplanmalarıdır. Toplumda bulunan fertlerin görüşü alınarak, bireylerle istişare ederek en sağlıklı ve en doğru karara ulaşmak için bir görüş etrafında birleşmektir.

Aynı inancı paylaşan, aynı mezhebe mensup ve aynı İslâmî harekette yer alan Müslümanlar temelde bir olduklarından teferruat ve detaylarda farklı görüşlere sahip olsalar da hedef doğrultusunda fikir birliğine varabilirler. Değişik düşünce ve fikirlerden yararlanmak hem sıhhatli karara varmayı sağlar hem de o toplumun gelişmesine ve olgunlaşmasına sebep olur.

Farklı görüşlerden yararlanmak, fikir alış verişinde bulunmak ve toplumda herkesin görü­şüne saygı göstermek fertlerin birbirine güven ve itimadını artırır ve hedefe ulaşma yolundaki engelleri ve tefrika vesilelerini yok eder. Bireyler birbirlerinin görüşlerinden yararlanarak hedefe ulaşmak için bir metod ve strateji belirlemeleri onların başarıya ulaşmalarını sağlar. Birilerinin kendilerinden üstün gördükleri birinin görüşünü benimsemesi fikri birliğinin bir parçasıdır. Ama bireylerin görüşü alınmadan insanın kendi görüşünü dayatması ne adına olursa olsun istibdat ve diktatörlüktür. Eğer bir kişinin belirlediği metod ve strateji ile hareket edilirse hedefe ulaşılamayacağı gibi bu tekelciliğe ve tefrikaya yol açar. O zaman oluşturulan İslâmi hareket, takip edilen hedef yerine fert sivrilir ve ön plana çıkar ve o ferdin yok olmasıyla o hareket ve hedef de ortadan kalkar. Toplumda tefrika ve fitne daha da çoğalır. Bu gibi hareketlerde fikir birliği oluşamayacağı gibi böyle bir hareket İslâmî ve ideolojik değil ferdî ve şahsî hareket olacaktır.

Fikir birliği, fertlerin farklı düşüncelerine saygı göstererek, bireylerin değişik metod ve stratejilerden yararlanarak hedef doğrultusunda beraberce ortak bir karar vererek mücadele etmektir. Ama fikir ve metod farklılıkları tefrika unsuru sayılmadan.

4- Siyasette Birlik

 

Günümüzde Müslümanları içten kemiren ve onları zayıflatan tefrika hastalığıdır. İslâm Birliğini Engelleyen Hastalıklar’ bölümünde bunun üzerinde durulmuştu. Farklı mezhep ve tarikatlara sahip olmalarına rağmen aralarında bir siyasî birlik oluşturmuş olsalardı İslâm âlemi bugün bu durumda olmayacaktı. Teferruattaki mezhebî farklılıkları; fıkhî ve itikadî konulardaki ay­rılıkları gündeme getirip birbirlerine saldırmamış olsalardı Müslümanlar bölük bölük olmazdı. Müslümanlar birbirlerine kardeş gözüyle bakıp İslâm’ın maslahatı için ihtilaflı konuları bir kenara bırakıp birbirlerini tekfir ve münafık ve sapık ilan edecekleri yerine güçlerini birleştirmiş olsalardı, bugün İslâm düşmanları mukaddesatlarına dil uzatamayacak, İslâm topraklarına tecavüz edemeyecek, Müslümanların yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sömü­remeyecek, İslâm toprakları bu emperyalistlerin uşaklarının elinde İslâm düşmanlarının kalesi haline gelmeyecekti.

 

Siyasette birlikten maksat, dünyadaki bütün İslâm devletleri yöneticilerinin dünyadaki Müslümanları ilgilendiren konularda tek vücut halinde hareket etmeleri, Müslümanların haklarını savunmaları, Müslümanlara gelecek saldırılara birlikte karşı koymaları, Müslümanlar ile gayr-i Müslimler arasında problemler olduğunda Müslümanın yanında yer almalarıdır. Müslümanlar başkalarını zulüm ve haksızlık yapmazlar. Kendileri zulüm ve haksızlık gördüklerinde de elbirliği ile bu zulmü def etmeleri gerekir.

İşte Müslümanların yapması gereken en önemli vahdet siyasî vahdettir. İslâm, Kur’an ve Mukaddes yerlere saldıran emperyalistlere karşı güçlerini birleştirmek ve tek vücut olmak gere­kir. Emperyalistlerin hedefi, Tevhid inancının temellerini yok etmek ve bu inanca sahip olan­ları kendilerine köle etmektir. Müslümanlar hangi ırka sahip olursa olsun, hangi mezhebe mensup olursa olsun bilmelidirler ki hedef bütün Müslümanlardır. İmanın temellerinde bir olan; aynı kitaba inanan, aynı kıbleye yönelen, aynı Peygamberin ümmeti olan, Tevhidi dü­şünceyi hâkim kılmak isteyen Müslümanlar ayrılık ve farklı düşünceleri bir kenara bırakıp bu asıllar etrafında birlik oluşturmalıdırlar. Sünnî, Şia vahdeti, Sünnilerin kendi mezheplerini bırakıp Şia, Şiaların kendi inançlarını terk edip Sünni olması değildir. Vahdet, herkesin kendi itikat ve inancını koruyarak ortak düşmana karşı güçlerini birleştirmesi, omuz omuza vererek emperyalistlere karşı, Kur’an’ı, mukaddes toprakları, İslâm’ı ve tevhidî düşünceyi korumasıdır. Müslümanların düşmanı, farklı mezhep ve düşünceye sahip Müslüman değildir. Bugün em­peryalistler Sünnî veya Şia ayırmadan bütün Müslümanları hedef almıştır.

Müslümanlar emperyalistlerin körüklemiş oldukları fitne ve tefrika ateşini söndürmek için el ele verseler İslâm düşmanları arzu ve hedeflerine ulaşamayacaklardır.

Müslüman’ın dostu sadece Müslüman’dır, müminlerin velisi sadece müminlerdir.

“Ey iman edenler, benim düşmanımı ve kendi düşmanınızı evliya, dost edinmeyin!”     “Hıristiyan ve Yahudileri kendinize dost edinmeyin!” ayetleri Müslümanlara düşmanı tanıtıyor. Müslümanlar, dünyevî çıkarları için emperyalistlerle irtibat kurup işbirliği yapmamış olsalardı, bugün Müslümanlar bu şekilde zülüm, işkence ve sömürüye maruz kalmazlardı...

5- Kimlerle Birlik

İslâmi mücadelede en önemli meselelerden birisinin vahdet olduğunu biliyoruz. Vahdetin manası, kısımları ve alanlarını anlatmaya çalıştık. İslâmî vahdetin gerçekleştirilebilmesi için en önemli konulardan biri de ‘kim ile vahdet’ yapılacağıdır. Vahdet yapılacak insanın özel­likleri neler olmalıdır? Kim, gelin vahdet oluşturalım, derse olumlu cevap mı verilmesi gere­kir? Herkesle vahdet olur mu? İslâm’ın maslahatı diye hiçbir şeye dikkat etmeden diyaloga geçerek vahdet ve birlik kurmalı mı?

Bu soruların cevabı herkese göre farklı olabilir ama cevaplanması gereken sorulardır. Vahdet yapılması gereken kişi ve İslâmî hareketlerde olması gereken özellikler:

1- Gerçekten vahdet istediğini söylem ve eylemleriyle göstermesi gerekir. Birisi hakkında toplumda olumsuz belli yargılara varılmışsa o yargıların yok olması gerekir, insanların kafa­sındaki yanlış portrenin kaybolması gerekir, vahdet adına insanları kendisine tabi olmaya, kendi çatısı altına almaya davet ediyorsa bu vahdeti araç olarak kullanıyor demektir. Kendi­siyle vahdet yapılmak istenen kimse, insana ve topluma güven vermelidir, samimi olmalıdır. Karşılıklı güvenin hasıl olması gerekir.

 2- Vahdet yapılmak istenen kişi ve kuruluşla aynı hedefi paylaşmak gerekir; İslâmî vahdet sağlanacak kimselerin toplumda İslâmî kimliklerinin olması gerekir. Toplumdaki fasık, münafık ve İslâmî derdi olmayan insanlarla vahdet yapılamaz, bu hem İslâm’a darbe vurur hem de o vahdet yapmak isteyen kurum ve kişilere. Müslümanlarla aynı hedefi paylaşmayan ve mektebe hizmet hedefi olmayanlar, vahdete davet ediyorlarsa onların İslâm dışı hedefleri olduğunu gösterir, demek ki Müslümanları kullanmak ve belli yerlere ulaşmak istiyorlar. Eğer bu gibi insanlar vahdete davet ediliyorsa önce onlar İslâm’a davet edilmeli sonra vahdete çağ­rılmalıdır.

 3- Vahdete davet edenler özverili ve fedakâr olmalıdır. İslâmî vahdetin sağlanması için önce kendisinin fedakârlık yapması gerekir. Eğer karşıdakinden özveri ve fedakârlık beklerse bu vahdet oluşmaz. O fedakârlık yapmazsa ben fedakârlık yapmam, önce o fedakârlık yapsın zihniyeti, vahdetin oluşmasını engelleyen dahilî faktörlerden biridir. Müslüman biri, İslâmî vahdet için her türlü fedakârlığı yapmaya hazır olmalı, kişisel çıkarlarından, şahsî görüş ve diret­melerinden vahdet ve kardeşlik için vazgeçebilmelidir.

 4- Oluşturulacak vahdetten sû-i istifade edilmemeli. Hem dışa hem de içe karşı tebliğde varı­lan birlik ve beraberlik sınırları aşılmamalıdır. Vahdeti kendisi oluşturmuş ve herkesi kendi bünyesinde toplamış imajı verilmemelidir. Yani İslâmî vahdetin oluşmasından şahsî veya grup için bir kısım çıkarlar güdülmemelidir.

 5- Vahdet yapılan kurum, kuruluş veya şahısların görüşlerine saygı gösterilmeli, benimsen­meyen görüşleri gündeme getirilip güvensizlik ortamı oluşturulmamalı. Birbirlerine bakış açıları müspet olmalıdır. Bir kuruma karşı müspet bakılmıyorsa onunla vahdet sağlanamaz veya kendisine müspet bakmayan, meşru bilmeyen birinin vahdet daveti kabul edilmemelidir.

Netice:  İslâmî vahdet hakkında yapmış olduğumuz bu kısa araştırma yazısının, vahdet ve birlik isteyenlere faydalı olmasını temenni ederiz.

Görüldüğü gibi İslâmî vahdet için bedenlerin değil gönüllerin bir olması gerekiyor. Kur’an, Müslümanlardan vahdetin özünü ve hakikatini istiyor, yapmacık ve zahirî bir birliktelik değil. Bunu gerçekleştirmek için de gerçekten büyük çaba ve fedakârlık yapmak gerekir. “Bu huy, sabredenlerden başkasına verilmez ve akıldan, tedbirden büyük hisseye sahip olmayanlara bu nasip olmaz. Ve eğer şeytan seni vesveseye düşürür de bu huydan vazgeçirmeye kalkışırsa hemen sığın Allah’a; şüphe yok ki O her şeyi duyar ve bilir.”[1]

Bu Ayet-i celilede belirtildiği gibi vahdeti sağlamak için herkes fedakârlık yapamaz; sabreden­ler, akıldan büyük nasip alanlar, şeytanın vesveselerinden Allah’a sığınanlar ancak yapabilir­ler.

İslâmî vahdeti sağlayabilmek için önce vahdeti teorik ve bilimsel olarak bilmek gerekir. Daha sonra amelî olarak vahdeti yapma yolları araştırılmalıdır. Aksi takdirde şimdiye kadar yapıldığı gibi vahdet adına yapılanlar, ihtilaf, tefrika ve bölük bölük olmaya sebep olacaktır. Tefrikacı ve vahdeti bozan asla belli olmayacak herkes diğerini suçlayacaktır. Ve bunun zara­rını İslâm, Müslümanlar ve toplum görecektir.

Rasûlullah (s.a.s.) buyurduğu : “Dünyayı sevmek bütün hataların başıdır”  hadisini herkes kendisine örnek alır ve nefsi arzularını bir kenara bırakarak İslâmî vahdet için fedakârlık ya­parsa Müslümanların vahdeti gerçekleşecektir.  

 

 

[1] Fussilet sûresi, 41/35–36.