اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ.

Foundation Islamic Union

İSLAM BİRLİĞİ VAKFI

وقف الاتحاد الإسلامي العالم

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعاً وَلَا تَفَرَّقُواࣕ

İSLÂM BİRLİĞİNİN ÖNEMİ

İslâm Birliği, tarihin her döneminde ve günümüzde tüm Müslümanların en önemli meselesi olmuştur ve olacaktır.

Müslümanların parçalanmış hali ve fırkalara ayrılmış olması tarihî olay ve olguların ortaya çıkardığı bir durumdur ve bu ihtilafların kaynağı bizzat İslâm dini değildir. Müslümanların tarihiyle İslâm arasında yapılacak bu ayrım oldukça önemlidir. Tarih sadece bir dizi düşünce, inançlar ve olaylardan meydana gelmez. Önce insanın ayrılık yanlısı olması gerekir ki bununla sonuçlanabilecek ve bunu mümkün kılacak düşünce ve inançlar meydana gelebilsin.

Emevîler kendi iktidarlarını sağlamlaştırmak için ümmetin bölünmesine ihtiyaç hissediyorlardı. Bu yüzden onlar öyle düşünceler ve inançları ön plana çıkardılar ki bunlar ümmetin fırkalara ayrılmasında etkili oldu. Emevîlerin bu alanda oynadığı rol tıpkı bugün Suûd ailesinin oynadığı role benzemektedir. Aynı şekilde batılı devletler tarafından yapılan milliyetçilik ve ulusalcılık propagandası da İslâm âlemini yeni ayrılık ve parçalanmışlıklarla karşı karşıya bırakmaktadır.

İslâm ümmetinin birliği felsefî ya da kelamî bir konu değildir. Ümmet evrensel olan bir İslâm Birliği kurma yönünde ne kadar çaba gösterirse o oranda vahdete de yaklaşmış demektir. Vahdet ve birliğin bundan başka amelî bir ölçüsü yoktur. Bu kıstasa göre ümmet arasında tam bir birliğin olduğunu söylememiz gerekir. Doğal olarak ümmeti oluşturan bütün unsurlar aynı bilinç ve uyanışla bu sürecin içine dâhil olmuş değillerdir. Ancak bu durum ümmetin birlik içinde olmadığı anlamına gelmemektedir. Bütün bu unsurların aynı yönde farklı hızlarda olsa hareket ediyor olmaları ümmetin birlik içinde olduğunu söylemek için yeterlidir. Bu birliğin önünde bazı yapısal engellerin de bulunduğunu söylemek gerekir ki bunlar Müslümanların bilinçlenmeleri önünde büyük engeller oluşturmaktadırlar. Mesela İslâm devriminden önce içinde İslâmî partiler bulunan devletlerdeki bu oluşumlar değişim karşısında yapısal direniş göstermektedirler. Örneğin Pakistan ve Malezya’da bu durum oldukça aşikârdır. Arap dünyasında ise İslâm devriminden aldığı derslerle Mısırdaki İslâmî hareket siyasî parti şekline bürünmüştür. Bu ülkede, ‘Müslüman Kardeşler’ hareketi eski yöntemiyle bir İslâm devleti kurma çalışmalarında başarısız olmuştur. Buna rağmen halk ve özellikle gençler, bağımsız cemaatler şeklinde örgütlenerek bu davayı devam ettirmektedirler.

Bu yeni hareket bütün halkı kuşatmaktadır ve bir örgüt ya da parti sahibi değildir. Dini olmayan bir devlet için böyle bir hareketi bastırmak ve ortadan kaldırmak mümkün değildir. Tutuklamalar, işkenceler, idamlar ve öldürmeler bu devletlerin istediğinin tam da tersi sonuçlar doğurmaktadırlar. Savak tecrübesinin İran’da ortaya koyduğu gibi.

Batının bu hareketler karşısında gösterdiği mukavemetin kendisi de bu teorinin doğru olduğunu göstermektedir. Batının Müslümanları yöneten yönetimlere verdiği destekler Pakistan, Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde batının bu yönde gösterdiği irade dışı tepkinin en bariz göstergesidir. Arap yönetimlerini İsrail karşısında teslim olmaya zorlayan baskılar da bu durumun başka bir göstergesidir. Ama aslında bütün bu çabaların sebebi İslâm’a karşı kendi sınırlarını korumaya yöneliktir. Ama bu çabaların nihayetinde sonuçsuz kalacağı çok açıktır.  

 Ama bütün bu durumlarda batı aynı zamanda bir fahişe de olan vakarlı bir kadın gibi davranmaktadır. Batı kendisinin bütün ahlâkî ilkelerini Bosna olayında kaybetmiştir. Batının onlar için bütün dünyayı ateşe verdiği ve savaştığı bütün değerler şu anda Bosna’nın mezarlarında gömülmüş durumda bulunmaktadır. Bu savaşın bir iç savaş olduğunu söylemeleri de koca bir yalandan başka bir şey değildir. Aslında bu savaş bir ülkenin başka bir ülkenin sınırlarına resmen tecavüz etmesinden başka bir şey değildir. Bosna’daki Sırpların Sırbistan’la olan nispetleri Avusturya’da buluna Almanların Nazi Almanya’sıyla olan nispetleri gibidir. Bu kadim yayılma alanlarını yeniden ele geçirmek isteyen bir ülkenin başka bir ülkeye resmen tecavüz etmesinden başka bir şey değildir. Aslında Avrupa da bulunan Müslümanları yok etme amacıyla yapılan bu savaş aynı zamanda batının kan dökücü olan hastalıklı varlığının da göstergesi olmuştur. Şimdi de batılılar başka bir tehlikeli oyunu oynamaya başlamışlardır ki bu da Bosna’yı paramparça edip böylece batıyı onun ileride sebep olacağı muhtemel tehlikelerden korumaya çalışmaktır. Sırça köşklerde oturanların taş da atmaması gerekir. Oysa bu tam da batının Bosna ve diğer yerlerde yaptığı şeyin aynısıdır. Batı defalarca kendi hatalarının sonuçlarından kurtulmayı başarmıştır. Onlar 1945 yılında birleşmiş milletler teşkilatını savaşın kazanımlarını devamlı hale getirebilmek için oluşturdular. Tıpkı daha önce milletler cemiyetini oluşturarak yapmak istedikleri gibi.

Eğer savaşların tarihinden genel bir ilke elde etmek istiyorsak o da tarihin savaşın kazanımlarını devamlı hale getiren bu tür tasarruflardan nefret ettiği olacaktır. Ve tarih ancak ender olarak böyle bir şeye izin vermektedir. Savaşları kazananlar bu sonuca güvenerek bir daha hiç yenilmeyeceklerinden hareketle bu kazanımları devamlı hale getirmek için girişimde bulunmaya başlarlar. Birleşmiş Milletler teşkilatında güvenlik konseyinin üyeleri ikinci dünya savaşının galiplerinden oluşmaktadır ve bunlar bu üstünlüklerini dayanarak dünyanın değişik yerlerinde kendi çıkarları doğrultusunda değişiklikler yapmaya çalıştılar. Ama sonuçta ABD Vietnam’da yenilginin tadına bakmak zorunda kaldı.

Sovyetler için de Afganistan da yaşadığı yenilgi daha kötü sonuçları beraberinde getirdi. Sovyetlerin savunma sistemi tarihte görülen her imparatorluk ve devletten daha güçlüydü. Bu birlik aynı zamanda yüksek bir teknoloji, sınırsız silahlı güçler ve kimyasal silahlara da sahipti. Bunlara rağmen Sovyetler Afganlı mücahitlerin saldırıları karşısında teslim olmak ve ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. 1989’dan bu yana sınırlarda meydana gelen değişiklikler, 1939-1945 yılları arasında meydana gelenlerden daha fazladır. Milli sınırların sadece savaşlarla değişebileceği görüşünün yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Süper güçlerin savaşlarda yenilmeyeceklerine dair görüşte itibardan düşeli çok olmuştur. Somalililer içinde on iki Amerikalının bulunduğu iki helikopteri yok edince Amerika Somali’de ki bütün askerlerini geri çekmek zorunda kalmıştı. Filistin’de de Hizbullah güçlü İsrail’i barış görüşmelerine katılmaya razı olmak zorunda bıraktı. Aksi takdirde İsrail’in askerî kazanımlarını ve yapay sınırlarının meşruluğunu kabul edecek kimse kalmayacaktı geride. Kısa tarihinde İsrail hiçbir zaman Filistin kurtuluş örgütüyle barış imzaladığı zamanki kadar aciz ve güçsüz olmamıştır. Birleşmiş Milletlerdeki anlaşmalar ve büyük silahlı güçlerin ne Amerika’yı Vietnam’da yenilgiden ne de Sovyetleri Afganistan’da büyük bir hezimetten kurtardığı görülmemiştir. Bu yenilgilerden sonra bu her iki süper gücün de gerileme ve dağılma süreçleri başlamış oldu.

Batı Avrupa’da da Almanya’nın 1945 deki yenilgisi beklenenin tam tersi bir sonuç ortaya çıkarmıştır. Beklentiler Almanya’nın bir daha asla bir birlik kuramayacağı yönündeydi. Çünkü büyük güçlerin buna hiçbir zaman izin vermeyeceği yönünde bir kabul vardı. Buna göre batı Almanya her zaman için batı birliğinin içinde eriyecek ve etkisiz hale getirilecekti. Buna karşılık 50 yıl içerisinde savaşın galiplerinin planladığının tam tersi bir durum meydana geldi. Almanya’nın yeniden birliğini kurması galiplerin siyasetinin nasıl da istenilen sonuçları doğurmadığını açık bir şekilde göstermiştir. Böylece batı birliğinin devam edeceğine dair düşünceye rağmen Almanya gerçeği gene batı siyasetinin merkezine gelip yerleşmiştir. İki dünya savaşından sonra Avrupa’nın sınırlarında meydana gelen her değişiklik, galiplerin siyasetinin hiç de beklendiği gibi sonuçlar doğurmadığını göstermiştir.

Şimdi de batının sömürgeci geçmişini biraz hatırlayalım; sömürgeci güçler kadim gelenekleri ve onlara ait kurumları yıkmış ve değerler dünyasında da çözülmelere sebep olmuştu. Avrupalılar batının dışında karşılaştıkları her şeyi ve her kesi vahşî ve barbar olarak telakki ediyorlardı. Bu yüzden de bu kadim dünyayı modernleştirmeyi kendilerine bir görev olarak bildiler. Batılıların bu yöndeki çalışmaları geçmişe ait olan her şeyi yok etmelerine ve onların yerine yeni sosyal ve siyasî kurumlar inşa etmelerine sebep oldu. Üstelik bunu da ‘beyaz insanın omuzlarındaki yük’ olarak dünyaya lanse ettiler. Batı yok ettiği kadim kurum ve değerlerin yerine kendilerine ait olanları geçirmeye çalıştı. Böylece eğitim kurumları kurarak geleceğin eğitimli ve yönetici elitlerini yetiştirmeye başladılar ki bugün Müslümanları yönetenler daha çok bunların arasından gelmektedir. Avrupa yok olan bu kadim kurum ve değerlerin yerine yenilerini vaaz etme görevini üstlendi. Bu amaçla akılcılık, bilimsellik, dinî liberalizm, natüralizm ve hatta ahlâkî fesat bile yeni ve modern kavram ve kurumlar olarak eski dünyaya lanse edildi. Sigmund Freud’un görüşleri gençleri geleneksel düşüncelerin etkisinden kurtarmak için kullanıldı. Evlilikle meydana gelen aile kurumu da saldırıların hedefi haline getirildi ve bugün onda artık geriye pek bir şey kalmış değildir. Darvin’in evrimle ilgili görüşleri de insanı arzularını tatmin etmekten başka hiçbir amaç ve hedefi olmayan tesadüfî bir canlıya indirgedi.  Böyle bir canlı artık kendi davranışlarından kendisini sorumlu hissetmiyordu ve ahlâkî ilke ve değerlere de ihtiyacı yoktu. Siyasî düşünceler insana maddi refahı için her türlü yolu kullanmasını salık veriyordu. Böylece erkekleri, kadınları ve çocukları öldürmenin bir havyan ya da böceği öldürmekten hiçbir farkı kalmamış oluyordu. Bu yol da öldürücü silahların yapılmasının önünü açtı. Böylece sayısız kimyasal silah yapılmaya başlandı. Bütün çeşitleriyle nasyonalizm, faşizm, Marksizm, kapitalizm, eski ve yeni sömürge çeşitleri işte böyle fikirsel ve felsefi temeller üzerine bina edildi ve dünyanın pek çok yerinde revaç bularak yerleşmeye başladı. İşte bu hamur Marksizm ve nasyonalizm gibi ekolleri ve asabiyetler ile iç içe geçmiş olan Hıristiyanlığın da işbirliğiyle Stalin, Miloseviç, Hitler ve Karadziç gibi şeytan sıfatlı kişileri ortaya çıkardı.

Yenidünya düzeni dedikleri de aslında güçlü olanların istedikleri her şeye sahip olduğu eski düzenin aynısıdır ve bunlar bütün uygulama ve yöntemlerinin makbul ve meşru olarak kabul edilmesini isterler. Bu amaçla kurumlar meydana getirirler. Tıpkı birleşmiş milletler teşkilatı gibi. Bütün bu uygulamaların amacı da onların yararı gerektirmedikçe mevcut sınırların korunmasını sağlamaktır. İşte şu anda BM tarafından Bosna ve Filistin olayında sahneye konan oyun bundan ibarettir. “Genelin güvenliği” kavramı batıl bir mefhumdan başka bir şey değildir. Hatta en kabul edilebilir anlamıyla bile bu kavram, batının çıkarlarını korumaktan başka bir içeriğe sahip değildir.

Şimdi, Müslümanlar arasında bulunan zihinsel sınırları ve batıya bağımlı yönetimleri ortadan kaldırmak için çaba göstermenin ve sahaya inmenin zamanıdır. Batının İslâm dünyası üzerinde xx. yüzyılda tesis ettiği üstünlük sona yaklaşmaktadır. Bu açıdan batının Müslüman milletler üzerindeki sultası bir daha geri dönemeyecek şekilde yok olmaya doğru gitmektedir. İslâm’ın siyasî hedefleri belli ve anlaşılır şekilde tarif edilmiştir. Bu yüzden de bunların burada tekrar edilmesinde herhangi bir fayda görmüyorum. ‘Küresel bir İslâmî hareket’ oluşturmanın yolu ve yöntemi de bilinmektedir. İslâmî hareketin en büyük avantajı da İslâm dünyasının değişik yerlerinde ortaya çıkan çok değişik yöntem ve şekillere sahip olmasıdır.

Batının hoşuna gitmese de doğuda pek çok değişikliğin yaşanacağı zaman dilimi iyice yaklaşmıştır. Bundan sonra İslâm, gelecekteki yirmi, elli ve yüz yıllık süreçte dünya tarihinin belirlenmesinde belirleyici bir rol oynayacaktır. Doğal olarak batı da her zaman yaptığı gibi bu gelişmelerin önünü almak için elinden geleni yapacaktır. İslâm dünyası ya da ‘küresel İslâmî hareketin’ de batının bu çabalarını boşa çıkarmak için elinden geleni yapacağını sanırız söylemeye gerek yoktur. Böylece Müslümanları ve sahip oldukları çıkarları batıya bağımlı gasıpların elinden almaya çalışacaktır. Müslümanlar ayrıca batı medeniyetinin kalbinde meydana gelen ahlâkî yozlaşmanın önüne geçebilmek için İslâm davetini yerine getirmekle de görevlidirler.