Birinci Bölüm
BUGÜNKÜ İSLÂM DÜNYASI
İslâm Dünyasının Genel Durumu
Bundan tam 15 asır evvel, Arabistan yarımadasının ortasında, çölün kavurucu sıcağında, zamanın tüm cahillikleriyle kıvranan bir dünya üzerine ışık tutan ve onu aydınlatan bir nur, bir güneş ortaya çıktı. Bu güneş ki, kısa sürede, önce Arap yarımadasını, hemen ardından Afrika’yı, Asya’yı ve hatta Avrupa’yı aydınlatmaya başladı. Söz konusu bu güneş İslâm güneşi idi. Kelime anlamıyla; ‘selamete yani kurtuluşa eren, kurtulan, kurtulmuş, bütün sıkıntılardan arınmış, gönlü ferahlamış’ anlamlarına gelen İslâm, her gittiği yerde, ‘İslâm ol, kurtul!’ çağrısı ile sayıları milyonları, hatta milyarları bulan insan kitlelerini aydınlığa, kurtuluşa erdirdi. Nice ülke toprakları üzerinde, asırlarca yaşayan çeşitli İslâm medeniyetleri kuruldu. Öyle ki bu medeniyetler, bütün doğal sınırlamaların ötesine taştı. Nihayet kıtalar arasında bir köprü kurularak, bir İslâm kıtası oluştu. Bu kıtanın boyutları; uzunluğu, doğuda Endonezya adalarından biri olan Borneo’dan, batıda Afrika’nın batısında Yeşilburun adalarına kadar, yaklaşık 16 bin km’yi, genişliği ise, güneyde Komor adalarından kuzeyde Tataristan düzlüklerine kadar yaklaşık 7 bin kilometreyi aşıyordu.
Yüce İslâm bayrağının, günümüze en yakın, en geniş zaman dilimi ve coğrafî alan olarak, Osmanlı İmparatorluğu döneminde dalgalandığını görüyoruz. Bu şanlı dalgalanmanın sınırları, 17. yüzyılın ortalarından itibaren daralmaya başlamıştır. Bu daralmanın sebeplerinin başında, Avrupa’daki bilim ve teknolojik gelişmelerin, Osmanlı İmparatorluğu tarafından seyirci kalınması gelir. Gerçekten, o dönemin Avrupa milletleri, bilim ve tekniğe gereken önemi vermiş ve o teknolojinin hazırladığı imkânlarla, ‘Yeni Dünya’ kıtalarını tanımışlardır. Yeni dünyanın tüm zenginliklerine sahip olan Avrupa, ezici bir güçle, dünya hâkimiyetini eline geçirmiştir. Kısaca batı diye nitelendirdiğimiz İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, İspanyol, Portekiz gibi Avrupa milletleri düzenlemiş oldukları coğrafi seyahatler ile tüm dünya coğrafyasına yayılmışlardır. Sadece ABD’ye, 1820-1980 yılları arasında; Almanya’dan 7 milyon, İngiltere’den 5 milyon, İrlanda’dan 5 milyon, İtalya’dan 5 milyon olmak üzere, tüm Avrupa ülkelerinden 50 milyondan fazla insanın göç ederek yerleşmiş olduklarını belirtirsek, Avrupa’nın yayılmacı politikasının boyutlarını ve sonuçlarını göstermiş oluruz.
Osmanlı imparatorluğunun gerilemesi ve tarih sahnesinden çekilmesini, bugüne kadar çok sayıda bilim adamı tenkit edegelmiştir. ‘Yok efendim, şöyle yapılsaydı, imparatorluk yıkılmazdı. Şöyle olsaydı, daha da genişlerdi. Şu padişahın, halifenin kusurları çok fazladır. Filan sadrazam tam bir vatan hainiydi. Onun yerine filanca olsaydı, daha iyi olurdu’ gibi varsayımlar üzerinde hükümler kesilmekte, fermanlar buyrulmakta ve çeşit çeşit akıllar verilmektedir. Her şeyden önce, tarihin şu özelliği unutulmaktadır. Tarih geçmiştir. Geçmiş olan bir şeyi geri getirmek imkânsızdır. O halde imkânsız olan bir şey üzerinde de fazlasıyla durmak, bilim adına gereksizdir. Öte yandan, şu gerçek her zaman göz ardı edilmektedir. Geçmişten bugüne, hiçbir imparatorluk veya devlet baki kalmamıştır. Her imparatorluk ya da devlet, insan ve diğer canlılar gibi, doğar, büyür, gelişir, geriler, yıkılır ve ölür. Bu da, bu dünyanın doğal bir kuralı yani ‘Sünnetullah’dır. Bu kural, herhangi bir devlet için istisna olmamıştır. O halde, Osmanlı imparatorluğunun da, tarih sahnesinde Allah (c.c.)’ın tayin ve takdir ettiği bir yaşama dönemi vardı. O uzun dönem şanlı ve şerefli bir şekilde yaşandı ve sona erdi. Tarih üzerinde varsayımlar üzerinde durmaktansa, ondan ders almak ve tarihteki hatalara bir daha düşmemek gerekir. Bugünün İslâm ülkeleri de, İslâm tarihini tarihi iyi bilmek zorundadırlar. Yaşadıkları coğrafyada, geçmişteki medeniyetlerden ders alarak, daha iyiye ve güzele doğru gitmelidirler. Yani, geçmişte, bugün üzerinde 45 ülkenin var olduğu, koskoca bir coğrafyada, 600 yıl hüküm sürmenin sırları, günümüz İslâm Dünyasına mutlaka yansımalıdır. Çünkü tarih bir tekerrürden ibarettir.[1]
Yüzyıl, denilince rakam olarak; her yüz yılı kapsayan devreye denir. Buna ayrıca ‘Asır’ da denilir. Ancak siyasî tarih anlamda yüzyıl kavramı, yeryüzünde önemli siyasal olayların başlangıcı ve sonu ile tespit edilmektedir. Bu bağlamda; 20. yüzyılın başlangıç tarihi olarak, birinci dünya savaşının başlangıcı olan 1913-1914 yılları kabul edilir. Diğer bir ifadeyle, Osmanlı imparatorluğunun yıkılış yılları, batılı siyaset bilimciler tarafından bir yüzyılın sonu ve yeni bir yüzyılın başlangıcı olarak tanımlanmaktadır. Bu ne demektir? 20. yüzyıl neyi temsil etmektedir? 20. yüzyılın başlangıcı, Osmanlı imparatorluğunun parçalanarak, İslâm dünyasının parçalanması ve başsız kalmasıdır. İmamesi koparılan tesbih taneleri gibi, tüm İslâm ülkeleri, 20. yüzyıla bölük pörçük girmişlerdir. Bugün Osmanlı imparatorluğu üzerinde, 45 bağımsız ve ayrı devletin yer aldığını söylersek, sanırız bu parçalanmanın boyutlarını açıkça ortaya koymuş oluruz. Öte yandan, Osmanlı imparatorluğunun yıkılmasıyla birlikte, haç hilale karşı yani, bir anlamda Hıristiyan dünyası, İslâm dünyasına karşı zahirî anlamda tarihî ve büyük bir zafer kazanmıştır. İşte bu zafer yılları, batılılar için yeni bir yüzyılın başlangıcı olarak kabul edilmiştir.
Birinci Dünya savaşı sonunda, İslâm ülkelerinin hali pek iç açıcı değildir. Her biri bir Avrupa ülkesi tarafından işgal edilmiş ve sömürülmeye başlanmıştır. Batılı milletler, dünya coğrafyası üzerinde, kendi menfaatleri doğrultusunda, yeni yeni haritalar hazırlamakta ve birbirleriyle çeşitli anlaşmalar imzalamaktadır. Ancak bu sömürü düzenine ve esarete boyun eğmeyen bazı İslâm ülkeleri, bağımsızlık için canları pahasına mücadeleye girişmişlerdir. Çok kan dökülerek ve şehitler verilerek kazanılan bu bağımsızlık savaşları sonunda, İslâm Dünyası’nda, birer birer bağımsız Müslüman devletler ortaya çıktı. Söz konusu bu mücadeleler, günümüzde de bazı coğrafyalarda hala devam etmektedir.
Siyasî tarihçiler, 20. yüzyılın sonunu, 1989 yılı olarak kabul ederler. 1913-1989 yıllarını kapsayan toplam 76 yıl süren 20. yüzyıl, tarih kitaplarına, sürekli savaşların ve kamplaşmaların olduğu bir dönem olarak geçmiştir. Birinci, İkinci Dünya savaşları ile bundan sonra meydana gelen bölgesel savaşlar, kronolojik olarak bir gözden geçirilse, dünyamızın bu asrın bütün yıllarını savaşlarla geçirmiş olduğu açıkça ortaya çıkar. Özellikle, İkinci Dünya savaşından sonra, meydana gelen kamplaşmada, dünyamız; batı-doğu diye iki küreye ayrılmıştır. Batı küresi, başta İngiltere ve ABD gibi kapitalist ülkelerin egemenliğine girerken, Doğu Küresi’nde ise, Rusya’nın başkanlığında bir komünist blok oluşturulmuştur. İslâm ülkelerinde ise, bu iki bloktan birine katılma veya benimseme gibi alternatifsiz bir tercih hakkı tanınmıştır. Ne yazık ki bu dönemde İslâm ülkelerinin yöneticileri bir araya gelerek ‘Ne doğu ve ne de batı! İslâm Bloku, İslâm Bloku!’ (Lâ şarkıyye velâ ğarbiyye, İslâmiyye, İslâmiyye!) diyememişlerdir. Halbuki bunu söylemeliydiler. İşte bu kez ezici güçten biri olan Varşova Paktı, 1989 yılına gelindiğinde, dağılma aşamasına gelmiş ve üye ülkeler birer birer bağımsızlıklarını ilan etmeye başlamışlardır.
Doğu blokunun çöküşüyle birlikte, alternatifsiz tek güç olarak kalan Batı bloku, dünyamız üzerinde, Yeni Dünya Düzeni kurmak için kollarını sıvadı. Siyasal anlamda, iki bloklu bir dünyanın çöküşü, bir bakıma yeni bir yüzyılın başlangıcını müjdeler. [2]
Sovyetler Birliği (SSCB)’’nin dağılmasıyla birlikte, çok sayıda devlet, bağımsızlıklarını ilan etmek için mücadeleye girdiler. Bu hareket içinde, Azerbaycan ile birlikte 5 Orta Asya Müslüman Türk ülkesi (Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan) bağımsızlıklarını ilan ettiler. Doğu Avrupa’daki Sosyalist blok içinde yer alan ülkelerde rejim değişiklikleri oldu. Yugoslavya dağıldı ve yerinde küçük federe cumhuriyetler kuruldu ve bunlardan biri de Müslüman olan Bosna-Hersek Cumhuriyeti’dir. Ne var ki, bu bağımsızlıklar barış içinde kazanılmamıştır. Azerbaycan’da ve Orta Asya’da, bağımsızlık için, nice Müslüman Türk’ün kanı dökülmüştür. Bosna- Hersek, yıllardır bunun mücadelesini vermektedir. Kafkaslarda esen hürriyet rüzgârları, Rus orduları tarafından durdurulmaya çalışılmaktadır.
İslâm Dünyası’ndaki kıpırdanış ve direnişler, sadece bu kadar mıdır? Elbette bu kadar değildir. Dahası var… Cezayir’deki İslâmî uyanış hareketi… Keşmir’deki Hint zulmüne karşı topyekûn direniş… Doğu Türkistan’daki Çin esaretine karşı düzenlenen toplu gösteriler… Filistin’deki intifada… Çeçenistan’ın Hürriyet mücadelesi… Mısır, Somali, Sudan, Libya, Tunus, Ürdün, Eritre, Yemen, Kuveyt, Irak, Abazya, Kırım, Afganistan, Filipinler’deki Moro… Bu ülkelerin hangisine bir göz atsanız, İslâm adına bir uyanışın izlerini görmemiz mümkündür. Kısacası, 20I. yüzyıla girerken, İslâm dünyası, toptan bir mücadele aşamasına gelmemiştir. Öte yandan, Şer güçler, bu mücadeleyi bastırmak için son hamlelerini yapmaktadırlar. İnsan Hakları Savunucusu Avrupa, Bosna’da yaşanan katliamı, kendi adına haklı çıkarmaya çalışmaktadır. Öte yandan, İslâm Ülkeleri’nde meydana gelen en küçük bir olayı büyüteç altına almaktadır. Dünyanın neresinde olursa olsun artık Müslüman olmayan ülkeler, İslâm ülkelerine karşı birbirlerini desteklemektedirler. Sırp askeri, esir aldığı bir Bosna’lıyı, başına bir Osmanlı fesi giydirerek işkence yapmakta ve şehit etmektedir. Sırp liderler, sürekli olarak, Avrupa kıtasından Osmanlı izlerini silmek için, Hıristiyan dünyasına sık sık çağrıda bulunmaktadırlar. Benzer olaylar, Keşmir’de, Doğu Türkistan’da, Çeçenistan’da ve hatta Filipinler’de sergilenmektedir. Sözün kısası, şer kuvvetler, İslâm dünyasına karşı, topyekûn birleşmişlerdir. Buna karşılık İslâm dünyasında durum nasıldır?
İslâm Dünyası Birliği’ne İlk Adım
İslâm dünyasında, son asırda, birlik ve beraberliğe doğru ilk adımın, 1969 yılında atılmış olduğunu söylemek mümkündür. İslâm ülkeleri arasında dayanışma ve işbirliğini güçlendirmeyi amaçlayan ilk toplantı, bazı İslâm ülkelerinin devlet ya da hükümet başkanlarının, 1969 yılında toplanmasıyla başladı. Ertesi yıl, aynı ülkelerin Dışişleri Bakanları bir araya geldiler ve 1971’de, Suudi Arabistan’ın Cidde şehrinde, resmen İslâm Konferansı Örgütü (İKÖ) (Arapça adı: Munazamatü’l-Mutemiri’l-İslâmî, İngilizce: Organization of the Islamic Conference OIC), kurulmuş oldu. Türkiye, 1976’da bu örgüte üye oldu. 1984’de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı toplantıya katıldı. Söz konusu bu toplantıya katılan üye sayısı, 36’yı bulmuştu. 1990’lı yılların başına gelindiğinde, Konferansa katılan ülke sayısı 43’e yükseldi. Bugün ise, bağımsızlıklarına kavuşan yeni İslâm ülkeleri de, konferansa temsilciler ve gözlemciler göndermektedir.
İslâm Konferansı Örgütü’nün, amaçları arasında; Üye Ülkelerinin toplumsal, ekonomik, bilimsel ve kültürel etkinlikler arasında eşgüdüm sağlayarak, İslâmi dayanışmayı kurmak, Müslümanların yürüttükleri mücadeleyi güçlendirmek için ırk ayrımına karşı çıkmak, Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşı izlenen ayrımcı politikaların son verilmesini sağlamaya çalışmak gibi faaliyetler vardır. Örgüt bünyesinde, daimî görevde olan Genel Sekreterlik yanında, Uluslararası İslâmi Haber Ajansı, İslâm Kalkınma Bankası, İslâm Dayanışma Fonu, Dünya İslâm Eğitim Merkezi, İslâm Adalet Divanı gibi örgüte bağlı kuruluşlar da bulunaktadır.
İslâm Konferansı Örgütü, bugün amacına tam olarak ulaşmış mıdır? İslâm dünyasındaki yaşanan sıkıntılara çareler üretebilmekte midir? Dünya ölçeğinde yaptırım gücü ne kadardır? Herşeyden önce, hemen şunu söyleyelim ki, böyle bir örgütün kurulmuş olması dahi sevindiricidir. Ancak kurulan bu örgütün amacına tam olarak ulaşmış olduğunu söylemek mümkün değildir. Söz konusu bu örgüt, İslâm dünyasının her sonucu için toplanmakta ve sonunda sözlü ve yazılı bir kınama kararı çıkarmaktan öteye gidememektedir. Bunun başlıca iki ana sebebi vardır. Birincisi, dünya ölçeğinde, bu örgütten daha güçlü olan Birleşmiş Milletler (BM.) teşkilatı vardır ve İslâm Konferansı Örgütü üyesi ülkelerin hepsi, BM’ye bağlıdırlar. Örgütün almış olduğu, kınama kararları bile, BM’nin vetocu ülkeleri tarafından reddedilmektedir. Hal böyle olunca, örgütün kararları ilgili dosyalara konulmaktan başka işlem görmemektedir. İkincisi ise, İslâm ülkeleri arasında, gerçekçi bir dostluğun ve birliğin kurulamamış olmasıdır. Zaten örgüt, her toplantısında, İslâm ülkeleri arasındaki iç çekişmeleri görüşmekle ve çözümü güç problemlerle meşgul olmaktadır.
İslâm Konferansı Örgütü’nün başarısızlığının sebebini ise, yakın tarihin içinde aramak gerekir. 20. yüzyılda, çoğu İslâm ülkesi üzerinde, efendileri olan Batılı ülkeler tarafından yoğun bir kültür emperyalizmi uygulanmıştır. Bunun sonucu olarak, bugün böyle bir İslâm ülkesi, din kardeşi ülkeye karşı, efendisini tercih edebilmektedir. Geçen yüzyıllarda, Avrupa’nın kale burçlarında nöbet bekleyen kahraman Müslüman mücahidlerin torunları, 20. yüzyılda, haçlı kapılarında Hıristiyan terbiyesi üzere yetişmek için sıra bekler, hale gelmişlerdir. Avrupalı gibi yemek, Avrupalı gibi giyinmek, Avrupalı gibi düşünmek ve onlara harfiyen benzemek, bir tutku olmuştur.
Öte yandan, Batılı efendi ülkeler tarafından, İslâm ülkeleri yöneticilerine çukur ayna, halkına ise tümsek ayna hediye edilmiştir. Bunun sonucu olarak, yöneticiler çukur aynada devleştirilirken, Müslüman halk tümsek aynada cüceleştirilmiştir. Devleşen yöneticiler ise, kuruntuları ve gururları yüzünden bir araya gelip, dostane ilişkiler kurmamaktadırlar. Aksine, çoğu kez, birbirlerine düşmanca davranabilmektedirler. Yine, bugün İslâm ülkelerinde, yaşanan en büyük sorun, yöneticiler ile yönetilenler barışık değildir. Halkıyla barışık olmayanlardan, dünya ile barışık olması beklenemez. Burada akla şu soru geliyor. İslâm ülkeleri arasında yaşanan bu anlaşmazlıklar giderilip, tek vücut haline gelebilecek bir İslâm Dünyası Birliği oluşturulabilir mi? Böyle bir birlik oluşturulsa, bu birliğin yaptırım gücü ne olabilir? Her şeyden evvel, Birlik oluşturulduğunda, günümüzde yaşanan sıkıntılar tamamen ortadan kalkar mı?
Bütün bu sorulara cevap vermek için, bugün mevcut olan tüm İslâm ülkelerini iyi tanımak gerekir. İslâm ülkelerinin elinde bulundurdukları yer altı ve yerüstü zenginlik kaynaklarını tam olarak tespit etmek ve bu kaynaklar toplandığında, dünya ölçeğinde gerçek gücünü hesaplamak gerekiyor.
İslâm Dünyası’nın Doğal Şartları
Bugün İslâm dünyası içinde, 60 bağımsız İslâm ülkesi var. Ayrıca 13 ülke, bağımsızlık mücadelesi içindeler. Bunlar da bağımsızlıklarına kavuşurlarsa, İslâm ülkelerinin sayısı, 70’i bulacak. Tüm bu ülkeleri, dünya coğrafyası üzerinde baktığımızda, hepsinin Eski kara kütlelerinin orta bölümünde yer aldığını görürüz. Yani Asya-Afrika-Avrupa kıtalarının merkezi konumunu oluşturan bu çok geniş bölge; yaklaşık 20 derece batı, 120 derece doğu boylamları ile 16 derece güney, 48 derece kuzey enlemleri arasında kalır.
Yine dünya coğrafyası üzerinde, İslâm dünyasının kapladığı bölge bir hilali andırmaktadır. Bu hilalin batı ucunda Balkanlar, ortasında Kafkaslar, doğu ucunda Altaylar yer almaktadır. Bilindiği gibi, dağlar doğal birer kaledirler. Söz konusu bu hilal, Avrupa ülkelerini ve Rusya’yı güneyden çevrelemekte ve genişlemelerini frenlemektedir. İşte bugün yaşanan tüm savaşlar bu doğal kaleler üzerinde odaklanmış gibidir. Batıda Bosna, ortada Çeçenistan’ın önderliğinde Kafkas ülkeleri, doğuda ise Orta Asya Türk ülkeleri…
İklim bakımından ise, bu bölge sıcak ve ılıman İklim kuşağı içinde yer alır. Çöller bir tarafa bırakılacak olursa, İslâm dünyası topraklarının büyük bir bölümü, insan yaşamı için en iyi ortamı oluşturur. Dağları, ovaları, yaylaları, toprağı, bitki örtüsü, akarsuları ve gölleri ile İslâm dünyası; zengin bir coğrafya üzerinde bulunmaktadır. İşte bu doğal zenginlik, Rusya gibi soğuk bölgelerde yer alan ülkelerin dikkatini çekmiştir.
İslâm Dünyası’nın Siyasal Durumu
Bugün, dünyamızda 2 milyardan fazla Müslüman yaşıyor. Bu da, dünya nüfusunun %25’i demektir. Bu da, azımsanacak bir nüfus değildir. Nüfus bakımından İslâm dünyası, potansiyel bir güç oluşturmaktadır. İnsan yaşamı için en iyi şartları ihtiva eden İslâm ülkelerinde, yıllık nüfus artışı diğerlerinden fazla olmaktadır. Nüfus planlaması, savaşlar, afetler ve kıtlıklara rağmen, Müslümanların sayısı, normal bir seyirde artmaya devam etmektedir.
Dünya nüfusunun %25’ini barındıran İslâm dünyası, jeopolitik açıdan önemli bir konumda yer almaktadır. Bölge gerek Makinder’in Kara Hâkimiyet Teorisi ve gerekse Spykman’ın Kenar Kuşak Hâkimiyet Teorisi’nde, hilal ya da İç Yay bölgesini içermektedir. Her iki görüşe göre de, dünya hâkimiyetinin yolu, hilali ele geçirmekle mümkün olabilmektedir. Dolayısıyla, dünya hâkimiyeti için can damarını oluşturan stratejik bölge, Müslümanların elinde bulunmaktadır.
İslâm Dünyası’nın Ekonomik Gücü
İslâm ülkelerine kısa bir göz atılacak olunursa; her birinin önemli bir tarım ve hayvancılık potansiyeline sahip olduğu gözlenir. Topraklarının üzerinde çok çeşitli tarım ürünleri yetişmektedir. İslâm ülkelerinin her biri, büyük baş ve küçükbaş hayvan varlığı bakımından çok zengindirler. Bu özellikleri ile bütün olarak düşünüldüğünde, İslâm Dünyası; kendi kendine yeterli olduğu gibi önemli miktarda gıda stokuna sahiptirler.
Yer altı kaynakları incelendiğinde, görülür ki, İslâm dünyası; çok büyük bir servete sahiptir. Dünya petrol rezervleri (kaynakları)’nın %66’sı Ortadoğu’da yer alan İslâm ülkelerinin elinde bulunuyor. Diğer İslâm ülkeleri ile birlikte, dünya petrolünün %70’den fazlası, İslâm dünyası’nın elindedir. Petrol rezervleri bakımından, en zengin beş ülkenin hepsi (S. Arabistan, Irak, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt ve İran), İslâm ülkesidir. Doğal gaz rezervleri bakımından en zengin beş ülke, Sovyet Rusya (bu ülke rezervlerinin büyük bir bölümü Müslüman Türk ülkelerinde yer alır)’dan sonra, dördü (İran, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ) yine İslâm ülkesidir. Öte yandan, İslâm ülkeleri; uranyum, demir, bakır, kurşun, çinko, gümüş, elmas gibi çok çeşitli zengin maden kaynaklarına sahiptirler.
Bütün bu zenginliklere rağmen dünya ülkelerine bir bakıyoruz; Yedi Büyükler diye tanımlanan gelişmiş ülkeler arasında, tek bir İslâm ülkesi göremiyoruz. Peki neden? Tüm bu kaynaklar, Batılı ülkelerin hizmetine sunulmuş da ondan. Gerçekten bugün İslâm dünyasının elinde bulunduğu tüm yer altı kaynakları, gelişmiş Batılı ülkelere tarafından çıkarılmakta ve kullanılmaktadır. Sahip olduğu zenginlik kaynağından İslâm ülkesine düşen pay, devede kulak misalidir. Kulak da, çeşitli entrikalarla, sürekli kemirilmektedir. Daha geçtiğimiz yıllarda (20 Eylül 1994), Asrın Petrol Antlaşması diye takdim edilen, Azerbaycan petrollerinin 30 yıl süreyle arama, üretim ve pazarlamasının söz konusu olduğu, 10 şirketin oluşturduğu konsorsiyuma bir bakın. Gerçeği bütün çıplaklığı ile göreceksiniz. 510 milyon ton petrol rezervi için yapılan antlaşmaya göre, şirketlere düşen paylar şöyle; Amerika Birleşik Devletleri’ne ait beş petrol şirketinin (Amoco, Unocal, Stateoil, Mcdermott, Ramco) payı toplam % 42’yi buluyor. İngiltere’nin BP’sine %17,1, Rusya’nın Lukoil’ine %10, Norveç’in Penzoil’ine %9,8’lik pay ayrılmış.
Dünya’nın en zengin 10 ülkesine bakacak olursak; Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Brunei gibi İslâm ülkelerini görürüz. Öte yandan En fakir ülkeler içinde, Gine-Bissau, Bangladeş, Mali, Burkina Faso (Yukarı Volta) gibi Müslüman ülkeler vardır. Bu özelliği ile bugün İslâm dünyası, çıkmaz bir ikilem içindedir. Eğer bugün, İslâm dünyasında, barış ve huzur sağlanmak isteniyorsa, söz konusu bu ikilem mutlaka aşılmalıdır. Yoksa fakir İslâm ülkeleri, birer birer, zengin Batı ülkeleri’nin dümen sularına girerler. Allah (c.c.) korusun, eğer açlık içinde kıvranan Müslümanlar, yardım karşılığında, din değiştirilirse, bunun vebali, tüm zengin İslâm ülkelerinin üzerine düşer. Bu da, Müslümanlar için cevaplanması en zor sorulardan biridir.
İslâm ülkeleri, doğal şartlar, siyasal durum ve ekonomik zenginlikler bakımından, diğer ülkelere göre avantajlı durumda ise, neden 20. yüzyılda, hep sömürülmüştür? Neden sömürü düzenine karşı koymakta gecikilmiştir? Yeni bir yüzyıla büyük sancılar içinde giren İslâm dünyasını, nasıl bir gelecek beklemektedir? Tüm bu soruların cevabını birkaç madde başlığı altında toplamak mümkündür.
İslâm Dünyası’nın Geleceği
Gelecek Müslümanlar için son derece ümit vericidir. Gerçekten, yaşadığımız 20I. yüzyıl, Müslüman’ın asrı olacaktır ve bütün göstergeler buna işaret etmektedir. Bugün yaşanan sıkıntılar geçicidir. Akıtılan Müslüman kanı ve gözyaşları, mutlaka bir gün dinecektir. İslâm dünyasının bu yüzyılda, mutlu ve huzurlu olabilmesi için, değişik atılımlar yapması ve adımlarını daha emin bir şekilde atması gerekmektedir. Bu atılımlardan bazıları ise şöyle sıralanabilir:
Bugün, binasının yapılışında bile Haç mimarisi şekli gözetilen bir Avrupa Birliği için,
bazı İslâm ülkeleri, ille de gireceğim diye ısrar etmekte ve bu ısrarlı istekleri her
defasında çeşitli bahanelerle geri çevrilmektedir. Bu durum, İslâm dünyası adına, utanç
verici bir tablodur. Oysa daha onurlu ve akılcı alternatifler vardır. Bunlar, Ortadoğu
ülkeleri iktisadî işbirliği, İslâm Ülkeleri İktisadi İşbirliği, Türk Devletleri İktisadi
İşbirliği gibi daha kalıcı ve kuvvetli alternatiflerdir. Söz konusu bu alternatifler üzerinde,
ayrıntılı olarak çalışılmalı ve zaman geçmeden, her biri sırayla işlerlik kazandırılmalıdır.
Söz konusu bu atılımların gerçekleştirilmesi, imkânsız iş değildir. Yeter ki, ilk adım atılmış olsun. Özlenen ve beklenen bu adımları, geleceğin İslâm ülkeleri gençliğinin atacağını ümit ediyoruz. Barış ve huzurun sağlandığı bir İslâm dünyasında yaşamak… Düşünmek bile güzel bir duygu.[3]
Kitabımızın bu bölümünde, bugünkü bağımsız İslâm devletlerini ve devlet olmak üzere bağımsızlık, temel hak ve özgürlükleri için mücadele veren İslâm topluluklarını alfabetik isim sırasıyla teker teker ve bütün yönleriyle inceleyeceğiz. Burada sunacağımız rakamlar ve teknik bilgiler, 2022 yılına kadar son onbeş yılda yayınlanmış yazılı dokümanlar, kitaplar, ansiklopediler, ülkelerin dışişleri bakanlıklarının internet siteleri, uluslararası araştırma kuruluşları, devletlerin üyesi oldukları birlik ve kuruluşların bilgi kaynakları taranarak elde edildi. Geçen yıllar itibariyle rakamlarda kabul edilebilir oranlarda değişiklikler olabileceği ve tamamen güncel olamayacağı kabul edilmelidir. Bundan asıl amacımız İslâm dünyasının kaynaklarını, dinamikleri ve problemlerini bir bütün halinde ortaya koymak ve buradan hareketle İslâm Birliği Teşkilatının kuruluş ve devamının gerçekleşmesini hızlandırmaktır.
[1] İslâm Dünyası, Ramazan Özey.
[2] İslâm Dünyası, Ramazan Özey.
[3] İslâm Dünyası, Ramazan Özey.