İslâm Birliği, müminlerin zihin dünyalarında bulunan ve üzerindeki tozların giderilmesi, uyarılması ve harekete geçirilmesi gereken en yüce duygulardan biridir. İslâm Birliği ideali, heyecanı ve duygusuna sahip olmayan Müslümanlar, dünyadaki hayatlarının tam olarak farkında değillerdir. Evet, onlar başka değil, sanki ölülerin temsilcileridirler. Böylelerine, Allah (c.c.)’ın merhamet nazarıyla bakması asla düşünülemez. Kendini Cenâb-ı Hakk’ın yüce adını anlatmaya, yaymaya yani i’layi kelimetullah’a adamamış bir Müslüman, gayesiz, hedefsiz sayılır ve cansızlardan farkı yoktur. Müslüman, din kardeşleriyle birlik ruhunu taşıması ve bunun için gayret göstermesi oranında canlılık kazanır. Zira o, ancak bu uğurda cihad ederek kendini, ailesini ve milletini ihya edip koruyabilir. Gerçek diriliş, ancak işte bu cihadla gerçekleşir. Ve insanın attığı en büyük, en kutsal, en verimli, en iyi sonuç alınacak adım, mücahede ve mücadele doğrultusunda attığı adımdır.
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’in, genel ıslahatları arasında ölümden korkmayan, hak bildiği yoldan dönmeyen, olabildiğince diri bir toplumu ve aktif bir kadroyu yetiştirmiş olması, O’nun en dikkat çekici özelliklerindendir. Bu toplum sürekli olarak inançları uğrunda mücadele vermeyi düşünüyordu ve hatta ölümsüzlüğün sırrını onlar bu şekilde çözüyorlardı. Allah (c.c.) yolunda cihad sayesinde kıyamete kadar defterleri kapanmayacak ve böylece ebediyen yaşamış olacaklardı. Maddeten ölüp gitmiş olsalar bile, İslâm uğruna katlandıkları, göğüs gerdikleri tehlikelerden ötürü, bizler ve bütün gelecek nesiller onları hep hayırla anacak olduktan sonra, onlara nasıl ‘öldü’ diyebiliriz ki?
Yüce İslâm dininin yeryüzünde hâkimiyetinin devamı ve Müslümanların zilletten kurtulup, izzetle (onurlu) yaşayabilmesi için İslâm Birliği bir vecibedir. İslâmî bir cemiyet Müslüman bir toplum içinde bu işi yürüten kendini milletine adamış kara sevdalı ve gönüllüler ekibi yoksa -ki Kur’an, ‘olsun’[1] diyor- İslâmî hayat da yoktur. Kişisel Müslümanlık olsa bile, güvensiz ve desteksizdir. Müslümanlar gökleri fethe gitseler ve yıldızları birbirine bağlasalar dahi, bu görevi terk ettikleri zaman, yine baş aşağı gideceklerdir. Teknik, teknoloji ve sanayide kazanılan ilerlemeler, tek başına Müslümanları içine düştükleri çukurdan çıkaramaz. İslâm Birliği, bir farz-ı kifayedir. Ancak bu görev günümüzde olduğu gibi sistemli olarak hiç kimse tarafından yapılamaz ve bütün bütün ihmale uğrarsa, işte o zaman farz-ı ayn haline gelir ve her Müslüman teker teker ondan sorumlu olur.
İslâm devleti de sistemli olarak bütün çeşitleri ile cihad yapmalı ve her yıl en az bir kez ilan edilen cihad faaliyeti gerçekleştirilmelidir. Bunu yapmadığı takdirde devletin başkan ve idarecileri Allah (c.c.) katında sorumludur. Bazen nefis ile yapılan cihad görevini ordu yüklenir; bazen de emniyet kuvvetleri ve her ikisi de haricî ve dâhilî saldırılara, fitne ve terör faaliyetlerine karşı maddî cihad yapar, İslâm düşmanlarını öldürür, etkisiz hale getirir, bazen de kendileri şehid ve gazi olurlar. Asker bir milletin cihadı ise bölgesini ve bütün yeryüzünü içine alır. Zira o, bölgesinde ve yeryüzünde güven ve denge unsurudur. Allah (c.c.), ona bu misyonu yüklemiştir.
Ancak onun yeryüzünde denge unsuru olabilmesi de bu işi en kutsal, en büyük ve en önemli görev bilmesine bağlıdır. İşte böyle bir görevi üzerine alan bir millet bulunmadığı takdirde, yeryüzünde dengeden bahsetmek de mümkün değildir. Ne acıdır ki, 2-3 asırdan beri müminler, başkalarının dengelerinin piyonları haline gelmiş ve bir türlü dengedeki gerçek yerlerini yakalayamamışlardır. Müminin camisi ve mescidi, sadece yaşlıların, uyuşukların, miskinlerin yeri olmuş, tekkesi ve zaviyesi aşktan yoksun insanların yatıp kalktıkları izbeler haline gelmiş, medresesi, skolastik Batı kültürünün tedris edildiği yer durumuna düşmüş ve müminler, bu halleriyle meselelerini, eski çağların dehlizlerinde anlatan insanlar durumuna düşmüş.. Ve tabiî, devrini anlamaktan yoksun insanlar olarak da dünyada siyasî, ekonomik ve askerî dengelerinde ortaya herhangi bir ağırlık koyamamışlardır. Modern teknik ve teknolojide asrın önüne geçemedikten aşk ve vecd içinde Sahabe seviyesinde bir hayat yaşamadıktan, Allah (c.c.) ile irtibat açısından tabiinin ibadet ve itaati ölçüsünde bir kulluk sergileyemedikten sonra, Müslümanlık adına yapılacak pek bir şey olmaz zannediyorum. Zira asrını yaşamayan, problem ve dertlerine, kendi asrına göre çözüm sunamayan ve müdahalede bulunamayan insanın, Müslümanlık adına bir iş yapması da asla söz konusu değildir.
İslâmî onur ve gurur taşıyan her fert ve millet, mutlaka kendini İslâm Birliğini gerçekleştirmek üzere cihad göreviyle görevli olarak görmelidir. Zaten kendinde böyle bir sorumluluk hissetmeyen fert ve milletlerin, İslâmî onur ve gururdan nasipleri olduğu da söylenemez.
İslâm Birliği, öyle bir görev ve sorumluluktur ki, bir cemaatin mutlaka kendisini bu işe vakfetmesi ve ‘ribat’ yapması gerekmektedir. Böylece, iç ve dış düşmanlardan gelebilecek maddî ve manevî her türlü saldırı önlenecek ve bu ‘uyûn-u sahire’ (uyanık gözler) vasıtasıyla bütün bir millet, her türlü felâket ve tehlikeden kurtulmuş olacaktır. Bu gayret içinde olan insanların saniyeleri seneler, seneleri ise asırlar kadar bereketli sayılır. Onlar daha dünyada iken ebediyeti yakalamış talihlilerdir. Hayatlarını vakıf haline getirmeleri sebebiyle de, yiyip içmeleri, yatıp uyumaları hep ibadet olarak kabul görecektir.
İslâm Birliği, öyle büyük bir idealdir ki 18, 19 ve 20. Asırların meydana getirdiği medeniyetten daha büyük, daha insanlık yararına, daha esaslı, daha devamlı bir medeniyet ortaya koyabilir. Şimdiki Hıristiyan ve Avrupa medeniyeti, ‘Güçlünün Hâkimiyeti’ üzerine kurulmuş bulunduğundan gerçek medeniyetin yayılmasına engeldir. İslâm Birliğinin kuracağı erdemli medeniyet ise bu medeniyetin üstündedir. Gerek Osmanlı ve gerekse Endülüs devletlerinin Hıristiyanlara yaptığı şefkatli muamele unutulmamalıdır.[2]
İslâm Birliği ideali, yalnızca Müslümanların dünya ve ahiret mutluluğunu hedef almaz. İslâm dünyasında gerçekleştirilecek bu sevgi, barış ve mutluluk havası halka halka yayılarak tüm dünyayı içine alacak şekilde tüm insanlığın huzurunu amaç edinmiştir. Bunun içindir ki, hiçbir beşerî rejim ve ideoloji seviye ve kapsam itibariyle İslâm Birliğinin bu yüce hedefini kendisine hedef edinememiştir. Bu hedef gerçekleşmesi imkânsız olan bir hayal ve ütopya da değildir. Tüm insanlığın sabırsızlıkla beklediği bir ortamdır. Müslümanlar bu dünyayı Hz Peygamber (s.a.s.) eliyle asr-ı saadetten başlayarak defalarca kurmuşlardır.
[1] Âl-i İmrân sûresi, 104.
[2] İttihad-ı İslâm, Celal Nuri, (H.1331).